Stephen F. Dale, 21. yüzyılda tarihten toplumbilime, psikolojiden insanbilime etkileri yeniden keşfedilen ve tartışılan İbn Haldun’u çok geniş açılardan ele alan yapıtıyla gündemde

Çölde bir vahaydı ancak serap sanıldı

AYGÜN BULUT

Cemil Meriç’in ağzından eksik etmediği ‘Ümran’ sözcüğünün kaynağı “Ortaçağın karanlık gecesinin, ne öncüsü ne de devamcısı olan, muhteşem ve münzevi bir yıldızı” dediği, tarihi, efsanesiz ve mübalağasız bir bilim olarak sunmaya çalışan büyük düşünür, devlet adamı, kadı, sosyolog İbn Haldun değişmenin evrenselliğini, tarihin kesintisizliğini, sürekliliğini, insan topluluklarının dinamik ve değişken karakterini gözlediği için kendisinden önceki tarihçileri izlemedi.

1332-1406 yılları arasında yaşayan, çatışmalı siyasal çevrenin ve kültürel çürümenin ortasında eğitim gören İbn Haldun, çölde bir vahaydı ancak serap sanıldı. Uzun yıllar İslam dünyasında da unutuldu, tanınamadı. Kâtip Çelebi ve Naima; Mukaddime’yle tanışınca gözler ona çevrildi. İbn Haldun’a ‘Arap Montesquieu’ diyen Hammer, ‘ideoloji yaratan bir yapıt’ olarak tanımlanan Mukaddime’nin çok ilgi gördüğünü yazdı. Ancak Mukaddime’nin çevirisi zaman aldı. Pirizade başladı ama ömrü yetmedi. Kaldığı yerden devam eden Cevdet Paşa’nın tamamlayabildiği yapıt ilk kez tam metin olarak 1860’ta yayımlanabildi.

Batı dünyası ise kendi derdine düştüğü için fark edemiyordu. Ünlü tarihçi A. Toynbee’nin Genel Tarih’ine hazırladığı ve bir tarih felsefesi kitabı olarak kaleme aldığı Mukaddime, şüphesiz türünün en büyük eseridir. Şimdiye kadar hiçbir yerde, hiçbir çağda ve hiçbir insan zekâsı böylesi bir eser yaratmamıştır dediği İbn Haldun’un Mukaddime’si keşfedilmeyi bekledi. Uzun uğraşıyla ilk kez de Slane Fransızcaya çevirdi. İbn Haldun’u keşfeden, yıllarca emek harcayarak Mukaddime’yi tam metin olarak İngilizceye çeviren Rosenthal, “Dinin etkisine kapılmış laik bir düşünür”; Mahdi, “İbn Haldun ne ampirist ne determinist ne pozitivist ne de pragmatisttir, İbn Haldun’un kültür biliminin temelleri kadim felsefedir, amacı da felsefenin bir gereğini yerine getirmektir”; Gibb, “İbn Haldun’da sosyolojik değil moral ve dinsel bir temel aranmalıdır, onda hiçbir halde İslam Ortodoksisine aykırı düşünce bulunmaz” diye yorumladı. Adı ve yapıtları yeteri kadar yankı bulamıyordu. Çünkü İbn Haldun’la tanışanlar onu bir bütün olarak göremiyorlardı. Kimi yapraklarına, kimi dallarına, kimi gövdesine kimi de köklerine bakıyordu.

Stephen F. Dale, 21. yüzyılda tarihten toplumbilime, psikolojiden insanbilime etkileri yeniden keşfedilen ve tartışılan İbn Haldun’u çok geniş açılardan ele alan yapıtıyla gündemde.

colde-bir-vahaydi-ancak-serap-sanildi-486489-1.

İddialı bir insan bilimi; devasa, çeşitli, girift ve sonsuz aydınlatıcı bir çalışma olarak tanımladığı Mukaddime’den yola çıkarak Dale, İbn Haldun’un tarihe nasıl bilimsel bir kimlik sunduğunu anlatıyor: “Kökü felsefede, hikmettedir fakat bilindik felsefi disiplinlerin hiçbirine ait değildir. Elbette bir şehri idare etmenin etik ve felsefi açılardan çalışılması retoriğin, ikna sanatının veya siyasetin bir dalını temsil eder gibi düşünülemez. Konusu beşeri sosyal örgütlenme olur. Felsefi tarihçi sosyal örgütlenmelerin katı özelliklerini veya doğalarını ve İbn Haldun’un adlandırdığı üzere asli rastlantılarını belirlemek için olayların yüzeyinden derine süzülmeye mecbur edilir. Bu son Aristotelesçi deyişle toplumların ikincil fakat gerekli özelliklerini -onun için ‘devletler, hükümdarlar, kazançlı meslekler, el sanatları ve ilimler’ bunlara dahildir- kasteder. Felsefi tarihçiler kendilerini sadece beşeri sosyal örgütlenmeleri analiz edip rastlantılarını belirlemeye adamayıp analizlerini derin bir hakaiku’l-eşya (eşyanın hakikati) bilgisiyle, nesnel gerçeklikle, yani bu toplumların her yönünün ansiklopedik kavrayışıyla araçlandırsalardı tarihsel değişimi belirleyen temeldeki yapıları ve durumları açıklayabilirlerdi. İbn Haldun’un savına içkin varsayım felsefi tarihçilerin bu yeni bilimi, kendisi sadece İslami dünyanın tarihsel ilminin geçerliğiyle ilgilense de, herhangi bir toplumun özelliklerini belirlemede ve tarihini hatasız yorumlamada kullanabilecekleridir. Yunan doktor ve filozof Galen’in (129-216) ileri ettiği tıbbi ilimler İbn Haldun’un felsefi tarihsel bilimine en yakın yöntem bilimsel paraleldir. Galen, tıbbi durumların düzgün teşhisine erişebilmek için logos ile peira’yı, rasyonalizm ile deneysel testi birleştiren bir tıp sistemi önerir. Rasyonalizm, logos, hastalığın altta yatan ya da gizil sebeplerini belirlemenin ilk adımını doğa bilgisi veya beden özü olarak gören yaklaşımdan ortaya çıkan felsefi anlayış ve yönteme karşılık gelir.”

İbn Haldun’un tarihi, felsefi bir disiplin olarak yeniden canlandırmasının bile büyük bir entelektüel başarı olduğuna işaret eden Dale, Avrupalı Aydınlanma bilginleri ve özellikle 18. yüzyıl İskoç filozofu David Hume tarafından yürütülen beşeri topluma yönelik felsefi temelli çalışmalarla ilintili olduğu için öyle adlandırılan insan biliminin böyle yaratıldığını söylüyor. Fakat bu bilimin varsayımları, ilkeleri ve yöntemleri yaygın biçimde kabul edilmiş olsaydı tarihsel araştırmalarda bir devrime yol açabilecekken yüzyıllar boyunca yok sayılabileceğini ifade ediyor. Bunun yerine İbn Haldun’un toplumu analiz etmeye ve anayurdu Kuzey Afrika’nın tarihini açıklamaya yönelik kayda değer ve orijinal yöntemi olarak tanımladığı yöntemi uygulamasıyla ismini duyurduğunu anlatıyor. Yeni biliminin gerektirdiği üzere analizini bölgenin sosyal örgütlenmelerine veya toplumlarına ve bunlara bağlı rastlantı veya özelliklere temellendirdiğini açıklıyor.

İbn Haldun Kuzey Afrika’da birbirine zıt iki ayrı toplum belirledi -kırsal kabileler ve şehir nüfusları- ve bölge tarihine yönelik görüşlerini bu iki tip beşeri sosyal örgütlenme arasındaki ilişkiler etrafında kurguladı. Onun Kuzey Afrika’daki yeni insan biliminin entelektüel gücü kısmen toplumları felsefi tarihçiler için tarihsel analizin temel birimi, doğal olgular olarak görmesinden gelir. Mukaddime’nin uyandırdığı devasa ilgiyse doğrudan Kuzey Afrika toplumuna ve tarihine yönelik kapsamlı çalışmasını, İbn Haldun’un söylediği üzere anayurdu Kuzey Afrika’yı yüzyıllar boyunca kavurmuş ve onun zamanında da kavurmaya devam eden kronik siyasi istikrarsızlığı ve sürekli güçsüz kültürü anlatan döngüsel, diyalektik model dahilinde sunmuş olmasına bağlı.

Toplumların doğasının yılmadan yeni sosyal özellikler ve siyasi yapılar üreten kökten değişimler üretmesi açısından İbn Haldun’un modelini Marx’ın daha sonra ortaya koyduğu diyalektik materyalizme benzeten Dale, Marx’ın aksine, İbn Haldun’un sakin bir sentezle sonuçlanan değil, sonsuz yinelemeli döngüler serisiyle kendini belli eden bir süreç tasvir ettiğini ifade ediyor. Ona göre İbn Haldun bu olguyu Kuzey Afrika’daki - ve her iki toplumun da beraber bulunduğu herhangi bir bölgedeki- kırsal kabile adamlarıyla şehirlileri ayıran kökten farklı doğalara atfeder. Bu karşıtlıkların ahlaken saf, sosyal bağlaşımı yüksek ve askeri sınavlardan geçmiş kırsal kabilelerin sırf kaçınılmaz siyasi eskime, sosyal bölünme, kültürel çöküş ve sonuç itibarıyla diğer kabileler tarafından alt edilmenin eziyetlerini çekmek için ahlaken yoz, sosyal olarak yapıtaşlarına ayrışmış ve askeri çömez şehirlileri alt ettiği ve yeni hanedanlar kurduğu -yaklaşık- dört kuşaklık kendini tekrar eden tarihsel döngüler yarattığını söyler. İbn Haldun bu modeli kurgularken dünyanın bilinen ilk tarihsel sosyoloji örneğini, yaygın olarak Batı Avrupa’dan çıktığı sanılan felsefeden ilhamlı disiplini yarattı. Yenilikçi sosyal analizler, sofistike dinamik yapısalcılık, pragmatik siyasi kuramlar ve ekonomik olguyu karşılıklı ilişkili bir sistem olarak gören bir yaklaşım içeren bu başarısının entelektüel önemini azımsamak mümkün değil. İbn Haldun, Platon, Aristoteles ve Galen ile başlayıp Greko-İslami rasyonalistlerle devam ettikten sonra on sekizinci, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalılar tarafından canlandırılan, felsefeden ilham almış siyasi ve sosyal kuramcıların entelektüel soyuna aittir.

Entelektüel soydan İbni Haldun’la tanışmaya önemli bir adım bu yapıt.