Google Play Store
App Store

Antalya Film Festivali’nin “uluslararasılaştırılması”nın daha farklı bir boyutu var aslında, festival ulusal yarışmayı devam ettirse bile sinemacıların protestosu nedeniyle değil, yeterince film yapılmadığı için, yarışacak film bulamayabilirdi

Çöle dönüştürülen kültürel ortamda “moving” yöntemi ile festival batırmak

Yusuf Güven

Çarşamba günü İstanbul’da yaşanan sel felaketi, afetlerde sığınak olacak denen mega-projeye kadar, tüm karayollarının ve kimi yerde metro hatlarının su yoluna dönüşmesine neden oldu. Yirmi beş yıldır aynı zihniyetle yönetilen ve koca bir beton bloka dönüşen şehirde, bırakın insanın nefes almasını, artık suyun bile akacak yeri yok. Animasyon ustası Miyazaki filmlerini anımsatan, aslında insanın neden olduğu bir ‘doğal’ felaket.

Genelde dünyada, özelde ve misliyle ülkemizde yaşanan ekolojik yıkım değil aslında yazının konusu yine bununla atbaşı giden ve misliyle maruz kaldığımız kültürel çölleşme. Bunun bir süreç olduğunu ve mevcut iktidarın yönetiminde bilerek ve isteyerek bu hale getirildiğini örneklerle aktarmaya çalışacağım.

İlk olarak Mehmet Aksoy’un İnsanlık Anıtı’nı hatırlayalım. Kars belediyesi Mehmet Aksoy’dan Türkiye ve Ermenistan’ın dostluğunu simgeleyecek bir anıt yapmasını istiyor ve 2006 yılında Kars’ın Ermenistan’dan görülen bir tepesine yerleştirilen anıt 2011’de yöreye bir miting için giden dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hışmına uğruyordu. Başbakan, Mehmet Aksoy’un yaptığı İnsanlık Anıtı’nı ucubeye benzeterek anıtın belediye tarafından yıkılacağını ve yerine park yapılacağını söyledi. İnsana baktığında kendi eksikliğini, ötekisi olmadan kendisinin de yarım olduğunu hissettiren bu 24,5 metre uzunluğundaki heykel 14 Haziran 2011 tarihinde yıkıldı. Bu tarih sadece İnsanlık Anıtı’nın değil, heykel sanatının da yıkılış tarihi olarak not edilmeli. Çünkü sonrasında maruz kaldıklarımız 1) İ. Melih Gökçek’in Ankara’ya diktikleri 2) Tankı durduran RT Erdoğan 3) Taksim meydanındaki okçu ‘heykelleri’ 4) Son olarak sosyal medyada oldukça popüler olan Nasreddin Hoca heykelleri oldu, örnekler çoğaltılabilir.
cole-donusturulen-kulturel-ortamda-moving-yontemi-ile-festival-batirmak-324557-1.
Sadece doğa değil şehri yaşanır kılan simgeler de kendilerine yapılan saldırıların intikâmını alıyor/alabiliyor. Sinemada İstanbul’un simgesi olan Emek Sineması onca itiraza ve mücadeleye rağmen yıkıldı. Son günlerde yandaş basında bile haber oldu: Yerine yapılan AVM ve çakma Emek Sineması'na kimse uğramıyor. Emek Sineması mücadelesi sırasında "Emek yoksa ben de yokum" diyerek gazetesinden istifa eden ve Emek’le ilgili kitap yazan Atilla Dorsay’a bile, çakma Emek’in PR çalışması kapsamında, T24’teki köşesinde “aslında çok da kötü olmamış” yazısı yazdıran zihniyet ne yapsa boşuna. Çünkü insanlar birbirinin kopyası mekânlarda, aynı bıktırıcı deneyimi tekrar tekrar yaşamak istemiyor. Yine Miyazaki sinemasında doğanın dengesi ormanın, ağaçların ruhu gibi doğaüstü varlıklarla temsil edilir. Emek Sineması da şehrin ruhuydu ve yerle bir edilen diğer simgesel mekânlar gibi intikâmını alıyor.

Emek Sineması’nın yıkımı sırasında çokça gündeme gelen bir söylem vardı: Sinemayı yıkmıyoruz, “moving” yöntemi ile yeni yapılacak AVM’nin üst katlarına taşıyoruz deniyordu. Emek sineması üzerine Zeyno Pekünlü ve Fırat Yücel’in yaptıkları Özgürleşen Seyirci: Emek Sineması Mücadelesi belgeselini izleyenler Emek’in katilleri tarafından bu yöntemin nasıl canhıraş savunulduğunu göreceklerdir. Türkçesi taşıma olan ama nedense “moving” olarak kullanılan bu yöntemin mimari olarak koruma ile uzaktan yakından ilgisi bulunmuyor. Ama daha geniş bir yorumla araklama, yıkma, yangından mal kaçırma, çalma ve taşıma suyla değirmen döndürme anlamlarında kullanabileceğimiz “moving”in AKP’nin kültür politikasının özünü oluşturduğunu söyleyebiliriz.
cole-donusturulen-kulturel-ortamda-moving-yontemi-ile-festival-batirmak-324558-1.

cole-donusturulen-kulturel-ortamda-moving-yontemi-ile-festival-batirmak-324559-1.
Bunun en son örneği elli yılı aşkındır Türk sinemasının lokomotif festivali olan Antalya Film Festivali’nin 2014 yılında başkan seçilen AKP’li Menderes Türel ve “yaratıcı ekibi” tarafından üç yıl içinde talan edilip yok edilmesi oldu. Türel başkanlığa geldiğinde festivalin mevcut yapısının devam edeceğinin göstergesi olarak sinema camiası tarafından bilinen bir takım isimleri de kadroya aldı. Fakat onun dönemindeki daha ilk festivale sansür damga vurdu. Belgesel sinema için oluşturulan festival ön seçici kurulun seçtiği Reyan Tuvi’nin Gezi mücadelesini anlattığı Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek belgeseli festival yönetimi tarafından kriminalize edilerek programdan çıkarıldı. Bunun üzerine festival seçici kurulu görevi bıraktı, diğer belgesel filmciler destek için çekildi. Film RT Erdoğan’a hakaret edildiği bahanesiyle sansürlendi ama aslında arkasından geleceklerin habercisiydi bu sansür. Sonraki yıl icraatlara tutarlı bir biçimde devam edildi; belgesel yarışması iptal edildi, bundan sonra belgesel filmler de ulusal yarışmada yer alacak dendi. Yeni dönem “full” biat dönemiydi artık, öyle Gezi’yle ilgili belgesellerin falan gösterilmesi maazallah Reis'in kulağına falan gider, sıkıntı olurdu asıl mesele. Kraldan çok kralcılık dönemi başlamıştı.

Belgesel yarışması ortadan kaldırıldığı yıl ve sonrasında sansür protestolarıyla vb. uzun metraj yarışmalarındaki filmciler de ‘tatsızlık’ çıkardı. Antalya Film Festivali yönetimindeki kralcıların bu yılki beyanatlarından öğrendik ki artık ulusal yarışma da kaldırılmış. Kendini Türk sinemasına adamış Antalya Film Festivali’nde yerli filmler diğer yabancı ülkelerdeki festivallere başvurur gibi kabul edilecekler artık. Bence bu Emek Sineması’ndan bile daha büyük bir “moving”: “Başkanım, belgeselciler sorun çıkardı ulusal yarışmanın içine taşıdık onları”, “Başkanım bu yıl da ulusalcılar sıkıntı yaratıyor, onları da uluslararası yarışmaya taşıdık.” Bu acınacak hallerini büyük bir aymazlık ve utanmazlıkla “Antalya’yı küresel sinema endüstrisinin merkezlerinden biri haline getirmek istiyoruz. Antalya’nın güneşinin film üretiminde değerlendirilmesini istiyoruz” diyerek yansıtıyorlar. Kendini inkâr da bir “moving” yöntemi sayılabilir mi!

“Moving”e kurban giden ve ithal filmlerle ayakta kalmaya çalışan Antalya Film Festivali bundan sonra başımıza geleceklerin sadece küçük bir örneği. Daha genel bakacak olursak eğitimi tarumar edilmiş bir ülkede yetişmiş eleman ihtiyacının da tıpkı petrol zengini Arap ülkelerinde olduğu gibi ithalatla giderileceğini öngörmek abartı olmayacak. Çünkü ülke gençliğinden istenen dünyayı yorumlayıp değiştirmeleri değil, biat edip makarna bulgura talim etmeleri. Kendi insan yetiştirmekten aciz AKP’nin bundan sonraki kültürel politikaları “ithal ikame” üzerine kurulacaktır.

Antalya Film Festivali’nin “uluslararasılaştırılması”nın daha farklı bir boyutu var aslında, festival ulusal yarışmayı devam ettirse bile sinemacıların protestosu nedeniyle değil, yeterince film yapılmadığı için, yarışacak film bulamayabilirdi. Sansür uygulamaları 2015 yılı baharında yine bir belgesel olan Bakur’un İstanbul Film Festivali sırasındaki gösteriminin Bakanlık baskısıyla yasaklanması; yerli filmlere tüm festivallerdeki gösterimleri dahil olmak üzere Bakanlıkça verilen “eser işletme belgesi” zorunluluğu getirilmesi; bu yıl gösterime giren Kazım Öz’ün Dersim Katliamı'nı anlattığı Zer filminin sansürlenmesi; sansürlenen kısımları filmden çıkaran ama siyah fonun önüne “bu kısım Bakanlık kararınca çıkarılmıştır” yazan Kazım Öz’ün filminin gösterilmesinin engellenmesi, filmin ancak sansürün de sansürlenmesi ile gösterilebilmesi... Sorun sadece sansür baskısı olsa yine de sinema tarihinde bolca örneği görüldüğü üzere sansürü aşmanın çeşitli incelikli yolları bulunuyor. Esas mesele artık tüm dünyada temelde kamu desteği ile sürdürülen bir sanat olan sinemada yürütülen cadı avı. Akademide olduğundan farklı değil, bakanlıkta bir yerlerde listeler hazırlanıyor, muhalif gördükleri tüm sinemacıları kamu fonlarından mahrum bırakıyorlar, film çekmek gittikçe imkansızlaşıyor, çünkü çoğu yerde uluslararası destek almanın ilk koşulu ulusal sinema fonundan destek almış olmak. Bu kara liste uygulaması, uluslararası sinema camiasının dikkatini çekmek amacıyla, bu yılki Berlin Film Festivali'nde protesto edildi. Yandaş sinemacı Kutluğ Ataman, Antalya Film Festivali yönetiminin has adamlarından ve sinema fonlarının akışında söz sahibi yapımcı Zeynep Özbatur’la bir fotoğrafını kullandığı bir tweetle bu protestoyla aklınca dalga geçti. Yandaşların bir diğer sıkıntısı film çekemiyor oluşları. Kutluğ Ataman’ın sosyal medya kankalarından Semih Kaplanoğlu’nun en son filmi Buğday, festival festival dolaştırıldı, bütün kapılar yüzüne kapanınca son çare olarak Antalya Film Festivali’nde istihdam edilen danışmanın direktörü olduğu Sarajevo Film Festivali’nde gösterilecekmiş. İşte Antalya’da festivalin ulusal uzun metraj film yarışmasının yapılamıyor hale gelinmesinin, filmlerin sansürlenmesinin yanındaki diğer nedenleri 1) AKP’nin kültür politikalarının kendi sinemacılarını bile yetiştiremiyor olması, 2) Devşirme yandaş sinemacıların biat edince yaratıcılığını yitirmesidir.

Çünkü genelde sanat, özelde sinema özgür ruhların işi, sosyal medya tetikçisi yandaşların ya da medrese müfredatında yetiştirilenlerin haddine değil. Tam da bu noktada çubuğu tersine bükmenin yeri geldi, çünkü konvansiyonel sinema AKP tarafından esir alınmış olsa bile özgür ruhlar kendi filmlerini yapmaya, kendi sözlerini söylemeye ve kendi sinema günlerini düzenlemeye devam ediyor. Bir örnek vermek gerekirse, bu yıl 10. yaşını kutlayan Documentarist Belgesel Günleri’ni anmak isterim. Festivalin şaşırtıcı tarafı, tüm baskılara rağmen, belgesel sinemanın bu toprakların gözü, kulağı, aklı ve vicdanı olmaya devam ettiğini göstermesiydi. Festivale katılan filmler ülkenin ve dünyanın her yerinde yürütülen mücadelenin tanıklığını yapıyordu. Bu yıl geçmişe göre çok daha büyük sıkıntılarla kotarılan Documentarist’te seyircinin ilgisinin canlılığı da festivalin devamlılığı için önemliydi. Documentarist örneğini bir yandan sinemamızın yarım asırlık mirası yağmalanırken bir yandan sözünü söyleme, derdini anlatma kısacası varolma savaşımının da sürdüğünü anlatmak için verdim. Küçük küçük, kendi çapında, bazen birbirinden kopuk, farklı alanlarda verilen bu mücadele ülkemizdeki kültür ve sanatın da geleceğini belirleyecek.