Çözülmeler IV: Bellek
Hande Gazey - Asistan Hekim
Bu yazı 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin 200. gününde yazılmaya başlandı. Türkiye Psikiyatri Derneği Başkanı Prof. Dr. Ejder Akgün Yıldırım, kendisiyle yapılan bir söyleşide sormuştu, geçtiğimiz yüz yılda 100 binden fazla insanını deprem sonucu kaybeden bir toprakta yaşadığımızı belirterek: "Kaç tane deprem türkümüz var?"
Bugün Hatay’da, şehri yeniden kurmak için, yaşamı yeniden kurmak için, geleceklerine, kentlerine ve geçmişlerine sahip çıkmak için dayanışmayı büyütenlerin bazılarının bizzat kendi öyküleri Marmara depreminde yine aynı yıkıntıların arasında yaşama el vermelerinden geliyor, bazıları ise bunları dinleyerek büyümüş… Belki bazılarının kulakları, belki gözleri bundan 40 yıl öncesinde Varto depreminde tuğlaları üst üste koyanların öyküsüne de dokunmuştur… Türkiye’de depremlerin tarihi yazılırken yıkıntılardan yaşam çıkartanların hikayeleri resmi belgelere düşmüyor elbet. Yıkıntıların arasında bırakılanların, yıkıntılardan yaşama ve birbirlerine tutunduklarını anlatan hikayeleri bugünün yıkıntılarının arasında kulaktan kulağa dolanarak umuda ve güce dönüşüyorsa eğer belleğin anlamı ortaya çıkar.
Evet, bellek bugüne aittir. Geçmişi bugünde hatırladığımız yerdir. Bugünde hatırladığımızla ne yaptığımız ise belleğin gelecekle ilişkisini kurar, bugünde(n) kırılma yaratabilecek olmanın ihtimali ile. Dolayısıyla bellek hem kişinin hem de toplumun hikâye anlatısıdır.
Türkiye toplumu için pek çok farklı şekilde soracağımız soruların başlangıcı belki de öncelikle travmatik bellekle ilgilidir. Korku, öfke, çaresizlik, dehşet gibi şiddetli duyguların eşlik ettiği travmatik olaylar öyküleştirilmeye direnirler. Sözün ve sembolün sınırlarını aşarlar. Dolayısıyla belleğin çözülmesi dilin, tanıklığın, paylaşmanın, anlatının, mekânın ve zamanın çözülmesidir aynı zamanda…
Egemen anlatının ezeli ve ebedi bir şekilde kendisini dayattığı, medyanın, kültürün bu çözülmenin içerisinden seslendiği bir yerde söze, sembole, mekâna direnen geçmiş parçaları bir görünüp bir yok olurlar. Misal geçmişin anlatısı sayılardan ve kronolojik sıralamadan ibaret bir enformasyon olarak ele alındığında dondurulur. Dolayısıyla hikayesinden kopartılmış bir enformasyon bugünle ilişki kurabilir halde değildir; henüz üzerinden 24 saat dahi geçmemiş olsa bile… Oysa, kaçınılmaz olarak, bu geçmiş parçaları, mutlaka sapa yollar bulmuş, parçalanmışlığı kolektif bir çaba ile aşmış, birbirine ses vermişlerce bir yerlerde teğellenmiştir. Bunu bulup aramak, sahip çıkmak, sıkıca dikip hikâyeleştirmek bugünde atılan bir çıpadır, kendi anlatısı ve sözü olmayacağına inandırılan, bellekleri çalınmak istenenlerin attığı bir çıpa.
Dolayısıyla bu izler (ya da belki yıkıntılar) öyküleşmek için, onları üretenin üzerine yıkılmak için dile, mekâna, zamana ve elbette paylaşılmaya muhtaçlar. Tam da bugünde ve bugünün bağlamında ve sözcükleri, mekânları ve zamanları çalınmışlarca… Hatta başka bir dille de ifade edersek geçmişleri çalınmışlarca… Geçmişin, kuru ve donuk bir anlatıdan ötede bugün, bugünü anlamak üzere yeniden sahneleneceği, dile geleceği ve bu anlatının tam da geçmişlerini başkalarının ağzından dinlemeye mahkûm edilerek bellekleri çözülmüşlerce yapılacağı bir alana ihtiyacı var.
Şaşkınlık verici şekilde, bu alanın beklenmedik bir ara sokakta, yıkılmış bir kentte, yitirilmiş bir meydanda, kesilmiş bir ağacın bıraktığı boşlukta olabileceğini deneyimliyoruz. Cerattepe direnişi sırasında nöbet tutanlar anlatmıştı. Nöbet esnasında geçmişin deneyimini o anın içerisinde dile getiren bir anlatının o koşullarda sabaha ulaşmalarını nasıl kolaylaştırdığını… Sabaha/sabahlara ulaşmaya dair bir geçmişimiz var ve kaçınılmaz olarak her gece tekrar tekrar hikayesinin anlatılmasını talep eden bir roman karakteri gibi kapımızı çalıyor! Peki, bu hikâyeyi kim yazacak, kim anlatacak, kimlerin sözcükleri buluşacak? Çünkü boş bıraktığımız her satırı kaybettiğimizi ve kaybetmeye yazgılı olduğumuzu ifade eden bir anlatı ile doluyor…
Galeano, Biz Hayır Diyoruz’da yazmanın yani ona göre hikâye anlatmanın yazarın yaşamını aşan bir dayanışma eylemi olduğunu söylerken “geçmişin şimdiki zaman olduğunu ve hatıranın şimdiye dönüşmek için dün olmayı bırakacak şekilde anlatılabileceği” bir dili kurmanın, dinlemenin ve duymanın yerlerine, sesi olmayanların seslerine işaret ediyordu; onların sesiyle!