Kültürel devrim, kamucu kalkınma hedefleyen Cumhuriyet Devrimi, Hasan Âli Yücel’in “başka uluslardan alındığı ve işe yaramayacağı” safsatasına karşı “Bizimdir!” dediği Köy Enstitüleri ile “banliyölere gidiyordu.”

Cumhuriyet Devrimi’nin Makro-yapısal arka planı üzerine kısa notlar

Seda Ünsar - Akademisyen, Yazar

Diderot devrime çeyrek kala, metreslerinden birine yazdığı bir mektupta, “İnsan doğal olarak batıl inançlı olmaya meyilli olduğundan, aydınlanmanın kaydettiği ilerleme sınırlı” demiştir, “Aydınlanma, banliyölere bile gidemiyor, ilerlemek yerine durup kalıyor.” Üstelik, söz konusu aydınlanmanın ardında, yüzlerce yıla yayılan, makro-yapısal süreçler olduğu halde: Rönesansla bilimsel düşüncenin, üzerine teoloji giydirilmiş Aristoteles mantığından bağımsızlaşması ve bunun tetiklediği bilimsel devrim, dinde reform, etik ve politik alanın sekülerleşmesi, teolojinin sekülerleşerek ideolojiye dönüşmesi, toplumsal alanda din ve sınıf savaşları ve tüm bunların sonunda ilahi (ruhban sınıfı) egemenlik anlayışından laik (ruhban olmayan, halk) egemenliğe geçiş. 

Öte yandan, ekonomik altyapıda ortaya çıkmakta olan Braudel’in ifadesiyle kapitalist dünya-ekonomi, pazar ve emek ihtiyacı için dünyanın geri kalanını (dünya-imparatorluklar) çevreleştirerek ve derinleşerek ilerlemekteydi. Batı kapitalizminin dönüm noktaları olan 16. yüzyıl tarımın ticarileşmesi ile 19. yüzyıl sanayi kapitalizmi arasındaki yüzyıllarda dünya-ekonomiyle karşılaşan (fakat bunu doğru tanımlayamayan) Osmanlı, Braudel’in kapitalist dünya-ekonomisine çevre olarak eklemlenmeye başlamıştı.  

Doğru tanımlayamama ardında klişeleşmiş fakat meseleyi metaforik olarak bile netlikle ortaya koyan “matbaayı üç yüzyıl sonra almış olma durumu” yatar. İbn Rüşt’ün felsefe ve bilimsel düşüncenin teolojiden ayrımı anlamına gelen “çifte hakikat” teoreminin önü, iktidar gücünü arkasına alan Gazali ile kesilmiş, din karşısında felsefe, dolayısıyla bilim kaybetmişti. Oysa, Ortaçağ Avrupası’nda kendilerine İbn Rüştçüler diyen keşişler çifte hakikat fikriyle ileride seküler çağın başlamasına yol açacaklardı. Aziz Aquinas’ın teolojik sentezleri, Tanrı hukukunun üstünlüğü apriori olarak kabul edilse de insan yapımı hukuk fikrine kapı açarken, Cicero’nun evrensel hukuk/adalet fikri üzerinde yükseliyordu. Ortaçağı Aziz Augustinus kozmolojisi üzerinde yükselen bir duvar olarak düşünecek olursak, ilk çatlak, İbn Rüşt’ün Platon ve Aristoteles yorumları ve akılcılığıyla ve Aziz Aquinas ile açılmıştı.  

Osmanlı’nın ise, ilerici Şeyh Edebali geleneğine rağmen, daha başlangıçta miras aldığı İslam, İbn Rüşt’ün Batı’da sekülerleşmeyi tetikleyen çifte hakikat teoremini küfür ilan etmiş bir İslam’dı. Avrupa’nın politik fragmantasyonu dinde reformu kolaylaştırırken, Osmanlı topraklarında emperyalleşen devlet yapısında dinde reform fikri bidat olarak kabul edilmiştir. Bilimsel düşünce teolojiden ayrılamamış, Rönesans, bilimsel devrim ve Aydınlanma Çağı yaşanmamıştır. Elbette bu durumu tam tespit edemese de fark eden Osmanlı aydınları olmuştur. Genç Osmanlılar ve daha sonra ulus-devletler çağında Jön Türkler. Fakat 17. ve 18. yüzyıl Avrupası ve Osmanlı İmparatorluğu biliminsanları ve düşünürler açısından karşılaştırılırsa, tablo nettir.  

Bu durumun ekonomi politiğine baktığımızda, diyebiliriz ki Batı feodalitesinde lordlar serfler üzerinde artan üretimi toplayan direkt bir kontrole sahipken, Osmanlı’da artan üretime devlet üzerindeki kontrolünü kullanarak köylüyü vergilendiren devlet eliti el koyuyordu. Tımar sistemi Avrupa feodalitesi gibi bir üretim sistemi değil, köylüyü emperyal devlete entegre eden politik-idari bir kurumdu. Tımar sahibi bir devlet memuru olarak, rotasyon sebebiyle ne başında bulunduğu köylüyle çelişkili ne de aslen devlete ait toprakla anlamlı bir ilişki kurabilecek konumdaydı. Dolayısıyla, Batı’daki gibi lord-vasal ilişkisine dayalı bir aristokrasi sınıfı yoktu. Batı’da ortaya çıkan pazar ekonomisinde iktisadi aktivite ile işbölümü, emek ve kapitalin hareketliliğinde kısıtlamaların az olduğu rekabete dayalı bir süreçken, Osmanlı sisteminde devlet tarafından şekillendiriliyordu.  

Narh sistemi gelir farklılıklarını azaltarak sosyal gerilimi kontrol ederken; millet sistemi sosyal dayanışma üzerinde, toplumsal ilişkileri devletten, devleti toplumsal konulardan bağımsız tutarak benzer bir etkiye sahipti. Bu etki, sadece sınıf yapılarını embriyonik tutmakla kalmıyor; aynı zamanda Osmanlı’da siyasetin toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşması önünde ciddi bir engel de yaratmış oluyordu. Bu yapı içinde vakıf kurumu, servet birikimi ve teşvik sistemini ulemaya aktarırken; ulema, sistem üzerindeki kontrolünü, elindeki yasal güç ve kendi içindeki organik ilişkilerle sağlamlaştırıyordu. 

Avrupa’daysa, biçim ve derece farkları olsa da genel anlamda, ardında iktisadi mücadelenin yattığı sınıflarla toplum siyasallaşmış, siyaset sekülerleşmiş ve kapitalizmin şekillendirdiği parlamentolarda halkın egemenlik ve yurttaşlık hakları mücadelesine dönüşmüştü.  

Batı feodalitesinden farklı özellikler gösteren imparatorluk, emeğin baskılanması, tımardan malikâneye geçiş (özelleştirme) ve ayanların ortaya çıkmasıyla, kaba hatlarıyla, Batı’nın moderniteyi inşa ettiği kapitalist çağda bile, yarı-feodal bir yapıya sahip olarak kaldı. II. Mahmud’a kadar reformcu yönetimler, gerici-şeriatçı halk ayaklanmaları ve Yeniçerilerce engellendi. Zaten üç yüzyıllık bir süreçte kapitalizme çevreleşerek eklemlenme, tam gelişmemiş sınıf yapıları ve sivil toplum gibi çarpık makro-yapısal durumlara yol açtığı için, reformlar tabandan gelen sınıf mücadelesiyle desteklenmediğinden ancak bandaj görevi görebilirdi. Çünkü aynı zamanda ulus-devletlerin imparatorluktan ayrılma çağında, kendi burjuvazisi ve milliyetçi ruhban sınıfıyla kapitalizme geçiş yapmış olan gayrimüslim topluluklar kendi devletlerini kurma çabasına girişmişti. Bu nedenle, Tanzimat ve Islahat gibi reformlar dağılmayı paradoksikal biçimde hızlandırıyordu. Müslümanların ruhban sınıfı olan ulema milliyetçiliğin karşısında ümmetçiyken, Türkler burjuvazi kurmaktan ziyade, gayrimüslimlerin marabası ve savaşlarda kullanılan asker konumundaydı.  

İşte, bu ortam içinde, 1908 Jön Türk Devrimi modern devleti kurabilmek adına bir ilerici hamle olarak ortaya çıktı (Tüm yapısal eksiklere rağmen, egemenlik, meşruiyet gibi konulardaki hedefi, 30 yıllık istibdadı devirmeyi başararak anayasal harekâtı gerçekleştirmiş ve Batı’daki gibi bir sivil toplum ayağı olmadığı halde halk desteğini sağlayabilmiş olması nedeniyle, Doğu ontolojisine göre devrimdir). Sonunda Bourbon Hanedanı’nın aksine, hanedan ve devlet, varlığını I. Dünya Savaşı sonrası işgale kadar sürdürebildi fakat bedeli yüzeysel bir modernleşme ile derin, yapısal bir geri kalmışlıktı.  

Bu makro-yapısal koşullar altında egemenlik kaynağını ve meşruiyetini, saltanat ve hilafete son vererek en radikal biçimde değiştirmeyi başaran, dinsel ontolojiyi pozitivist ontolojiyle değiştirerek modern çağa uyumlayan, alfabe devriminden kadın haklarına kadar birbirine bağlı adımlar atarak derin bir öze dönüş, ulusal devlet, kültürel devrim ve kamucu bir kalkınma hedefleyen Cumhuriyet Devrimi, Hasan Âli Yücel’in “başka uluslardan alındığı ve işe yaramayacağı” safsatasına karşı “Bizimdir!” dediği Köy Enstitüleri ile “banliyölere gidiyordu”. İbn Rüşt ve Gazali’den postmodernizme, Dependencia’dan Frankfurt Okulu’na kadar bu tartışmaları, Düşüş: siyaset ve felsefe odasında aşk hikâyeleri’nde (İnkılap Kitabevi) bulabilirsiniz.