Cumhuriyetin 100. yılında inadına edebiyat, inadına demokrasi, inadına özgürlük diyecek ve sınır yıkıcılığı ile anılacak bir edebiyatçı kuşağını yaratmak görevi önümüzde duruyor.

Cumhuriyet ve edebiyat

DOĞUŞ SARPKAYA  

Bu yıl 40. yaşını kutlayan Tüyap İstanbul Uluslararası Kitap Fuarı’nın ana teması Cumhuriyetin 100. yılında “Yaşasın Cumhuriyet” oldu. Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde yayıncılığın nasıl geliştiğine, Cumhuriyetin bu gelişimdeki katalizörlüğüne vurgu yapan pek çok etkinlik olacak fuarda. Böyle bir çabanın son asrın muhasebesinin yapılacağı, olumlu ve olumsuz yönleriyle yayıncılık dünyamızın nasıl bir dönüşüm yaşadığının tartışılacağı bir zemin yaratması çok kıymetli. Çünkü bugün geldiğimiz noktada neleri doğru, neleri yanlış yaptığımızın farkına varmamız, dahası bugünün kötümserliğini dağıtacak kararlılığı yeniden hissetmemiz için bu tartışmaları yapmamız şart.  

Cumhuriyete okuma, yazma ve yayıncılık dünyasının gözüyle baktığımızda önce büyük bir atılımın tarihi ile yüzleşir, sonra da bu atılımın baskı ve sansür ile nasıl yavaşlatıldığını gözlemleriz. Gerçekten de Türkiye’nin kuruluş dönemindeki devrimci coşku, geniş halk kitlelerinin bilinçlenmesi amacını merkeze yerleştiren bir eğitim seferberliğini başlatmıştır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Cumhuriyet kadrolarının yürüttüğü bu çaba devrimci bir toplumun planlı, örgütlü, üyelerini çok daha tatmin edici bir kültürle yapılandırmak için bilinçli çabaya yönlendiren bir yapıya kavuştu. Geniş halk kitlelerinin yeni kurulan ülkede aktif rol alması gibi bir misyon ve amaç duygusu bu dönemin temel bileşenlerinden biriydi. 1921’de toplanan Maarif Kongresi’nden Köy Enstitüleri’nin fiilen kapatılışına kadar bu devrimci coşku ülke kültürel hayatında egemenliğini sürdürdü.  

Eğitimde devrimci atılım  

Cumhuriyetin kuruluşunun ilk yıllarında sosyoekonomik ve toplumsal kalkınma gibi temel sorunların yanında son derece önemli bir sorun da kırsal kesimin okuma ve yazma problemiydi. 1927 yılındaki nüfus sayımına göre 13 milyon 648 bin olan nüfusun ancak yüzde 10’u okuryazardı. Yine aynı sayıma göre, kırsal kesimde bu oran sadece yüzde 6’ydı ve köylerin yüzde 90’ında okul yoktu. Eğitimin bu durumu ülkeyi çağdaşlaştırarak “Batı seviyesine” çıkarmak isteyen ülke için son derece önemli sorunlardan biriydi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimin laikleşmesi ve demokratikleştirilmesi yolunda önemli bir adım atılmış, sonrasında harf devrimiyle öğrenimin kolaylaşması amaçlanmıştı. Harf devrimiyle birlikte aynı zamanda büyük bir eğitim seferberliği de başladı. Millet mektepleri, Halkevleri, okuma ve yazma odaları ve kütüphaneler bu seferberliğin yayılmasında önemli rol üstlenmişlerdi. Köy Enstitüleri ise bu atılımın en yüksek noktalarından biri oldu. Yaparak ve yaşayarak öğrenmenin merkezleri olan bu okullar, sadece Türkiye değil dünya eğitim tarihinde de önemli bir deneyim yaratmayı başarmıştı.  

Cumhuriyet dönemi edebiyatı 

Edebiyat ise bu dönemde hem eğitsel bir rol üstlendi hem de hegemonya mücadelesinin yürütüldüğü bir alan oldu. Yeni kurulan Cumhuriyetin seküler aydınlanmacı aydını ile muhafazakâr modernleşmeyi savunan kesim arasında sürdürülen mücadelenin izlerini bugünkü tartışmalarda görmeye devam ediyoruz. Seküler aydınlanmacı sayılabilecek eserlerin bir kısmı henüz Milli Edebiyat akımının çıktığı dönemde verildiğini söyleyebiliriz. Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye’si bu anlamda kritik bir eserdir. Köylü ve aydın çelişkisini ele alan ilk eserlerden biri olan bu roman, toplumsal dönüşümün eğitim yoluyla sağlanacağına dair aydınlanmacı bakışı kabul etmiş öğretmenlerin Anadolu gerçeğiyle karşılaşmaları ile yaşadıkları şaşkınlığı da gözler önüne serer. Köylünün gerçeği ile aydının gerçeğinin çatıştığı Yakup Kadri’nin Yaban’ı da benzer bir durumu anlatısının merkezine yerleştirecektir. Bu dönemde daha sonra hem toplumcu gerçekçi hem de köy gerçekçiliği gibi akımların öncüsü sayılacak eserlerden olan Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u da yayımlanacaktı. Sabahattin Ali, romanlarında öykülerinde hem devrimci dönüşümü selamlayacak hem de aydına peşinen yüklenen anlamların aslında boşa olduğunu gösterecek eleştirel bir bakışı geliştirecekti.  

Muhafazakâr modernleşme 

Buna karşılık, İslam düşüncesi ile Batı biliminin birlikteliğini sağlayacak bir hat kurmaya çalışan bir modernleşme damarı da Tanzimat’tan bu yana kendini var etmeye çalışıyordu. Muhafazakâr modernleşmeci yazarlar gelenekten kopmama uğruna giriştikleri düşünsel savaşta, İslam düşüncesinin duvarlarına çarpmış ve İslam ahlakını, düşüncesini ve kültürünü Batılılaşma karşısında savunma çabası, modernleşme yolunu flulaştırmıştı. Peyami Safa’nın Fatih Harbiye’si edebî anlamdaki eksiklerine rağmen önemli bir kırılmayı işaretler. Bugün de duymaya devam ettiğimiz, “Batı’nın ilmini değil, ahlaksızlığını aldık” serzenişleri Peyami Safa’nın edebî yolculuğunun merkezindedir. Bu düşünsel hat farklı bir tonda ve daha estetik bir biçimde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler’inde de işlenir. Muhafazakâr modernleşmeciler ile seküler modernleşmecilerin yarattığı düşünsel iklimin Batı’dan gelen her şey güzeldir diyen alafranga züppeler ile toplumsal yaşamın sınırlarını İslam sınırlarıyla çizmeye çalışan geri kafalılara zemin hazırlaması ise ülkemize özgü bir garabet olarak görülmeli.  

Sınır yıkıcılar 

1950’lerden itibaren ise özellikle yayıncılık alanında sol, ilerici kesimlerin hegemonyasının hâkim olduğunu, buna karşı devlet baskısının ve sansürün giderek kurumsallaşmaya başladığını söyleyebiliriz. Eş zamanlı olarak edebiyatımızda var olan kırılma noktalarının farkında olup, bu çatışmaları farklı bakış açılarıyla tartıştıracak bir edebiyat damarı da filizlenmeye başlamıştı. 1950 kuşağı öykücüleri olan Adnan Özyalçıner, Demir Özlü, Demirtaş Ceyhun, Erdal Öz, Ferit Edgü, Leylâ Erbil, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Orhan Duru, Yusuf Atılgan gibi yazarların öykülerinde, romanlarında edebiyatın sınırları yıkma gücünü test etme şansımız oldu. Bir taraftan da farklı biçimlerin yazın dünyamıza dâhil oluşunu da gözlemledik bu dönemde. 1950’li yıllar devlet geleneğinin sansürcü ve baskıcı momentinin de kendisini en net hissettirdiği zamandır. Cumhuriyetin ilk yıllarında devrimci coşku ile görmezden gelinen bu moment, karşı devrimin ayak seslerinin hissedildiği bir zamanda daha rahat tespit edilebilir hale geldi. Bugünün iktidarı da 1950’li yılların bu mirasını seve seve kabul etmiş gözüküyor.  

Sonuç olarak bugünün tartışmalarının çoğunun temellerinin Cumhuriyetin ilk yıllarında atıldığını görmek ne kadar yol ilerlediğimizi göstermesi açısından da önemli. 1950 kuşağının yarattığı etkinin yansımalarını ise bugünlerde gözlemleyebiliyoruz ancak. Yeni, yani bizim kuşağın işi zor. Edebiyat kamusunun dağıldığı, her türlü sanatsal üretimin piyasa ilişkileri içinde kıymetsizleştirildiği, muhalif seslerin de kimi zaman baskı ve sansür kimi zamansa linç kültürüyle kısılmaya çalışıldığı bir dönemde inadına edebiyat, inadına, demokrasi, inadına özgürlük diyecek ve sınır yıkıcılığı ile anılacak bir edebiyatçı kuşağını yaratmak görevi önümüzde duruyor. Cumhuriyet kazanımlarını savunmak yerine onları daha ileri götürecek bir düşünsel zemini yaratmanın da yolu tam da böyle bir kararlılıktan geçiyor.