Mary M. Talbot, farklı zaman ve mekânlarda gelgitlerle dolu bu hikâyede bizi öyle güzel ilerletiyor ki her devirin atmosferi hissediliyor. Farklı tonlama ve detaylarla ama yormadan, geçişleri ustalıkla sağlıyor

Dans edemeyeceksem bu benim hayatım değildir!

BAŞAK BEYKOZ

İncecik, üstelik resimli bir kitap okurken insanda ne kadar merak uyandırabilir? Küçük Prens’ten bahsetmiyorum. Elimdeki kitap, kadınların hikâyesini anlatan Babalar ve Kızları. Bu kitap sayesinde grafik romanın gücüyle tanıştım. Desen Yayınları tarafından yayımlanan bu kitabın yazarı dil ve cinsiyet alanlarında çalışmış bir akademisyen olan Mary Talbot. Kitabın otobiyografiyle biyografiyi birleştiren özgün bir kurgusu var. Yazar, çizer olan eşi Bryan Talbot ile beraber, James Joyce’un kızı Lucia Joyce ile kendi hayatı arasındaki paralellikler ekseninde iki kadının yaşam hikâyesini anlatıyor. Kendi alanında oldukça bilinen ve pek çok ödül sahibi Bryan Talbot, Marvel’ın Batman serisinin bazı sayılarında da çizmiş bir isim. Tabir yerindeyse bir aile ortak yapımına imza atıyorlar ve bu ilk kitaplarıyla Costa Ödülü’nü kazanıyorlar.

İlk kez 1964’te, bir fanzin Richard Kyle tarafından ‘grafik roman’ olarak adlandırılır. Bu tür, mesajı olabildiğince basit anlatmayı amaçlayan ve zaman zaman çocuksu veya erkeksi olarak da nitelenebilen çizgi romandan farklıdır. Grafik roman, popüler dili ve görsel öğeleri de kullanarak farklı bir anlatım niyeti taşır. Marvel’ın 1980’lerde başlattığı serilerle popülerleşen grafik roman türü, 2000’lerden itibaren dünya kitapçılarında kendine ait bölümler bulur. Levent Cantek’e göre grafik roman okurlarının çoğunluğu da kadındır. Erkeklik gösterisinin, erkeklik hallerinin dışında bile isteyerek ters köşe yaparak konuştuğu için; der, Cantek. İki kadının yaşam öyküsünü anlatan Babalar ve Kızları bu açıdan da ayrı bir anlam kazanıyor.

Aziz Augustinus ve Rousseau’nun İtiraflar isimli anlatıları modern otobiyografinin öncülleridir. Bireyin benlik algısı, sekülerleşme ve modernizmle gelişir; Decartes’la vücut bulan, salt akılla kavrayışa romantiklerin itirazıyla olgunlaşır. Akıl kadar kişisel deneyim ve duygulanımları önemseyen Romantiklerle, edebi değer atfedilen çağdaş otobiyografi yeşerecek zemin bulur.

Mary Talbot’un babası James S. Atherton, dünyaca tanınan bir James Joyce uzmanı. Yazarın konuya ilgisi de buradan kaynaklanıyor. Lucia Joyce’un biyografisini okurken kendi yaşamıyla kesişim noktaları yakalıyor. Luca Joyce, yirminci yüzyılın başında doğar ve yüzyılın son çeyreğine dek yaşar. Hayatının büyük kısmını klinikte geçirir; tarihteki sayısız kadın gibi süregelen yanlış bir tanının kurbanıdır. Psikiyatrinin en önemli yanılgılarından biri: feminen histerisi. Artık bir hastalık veya tanı olarak dahi kabul edilmeyen kadın histerisi, eril aklın bir yakıştırmasından başka bir ne olabilir? Kontrol edemedikleri kadınları deli, hasta diye yaftalamaya hizmet eden çılgın bir bakış açısı. Trajik olan da psikiyatri bu hatasını kabul ettiğinde artık Lucia ve diğerleri için çok geçti.

Dr. Leon Hoffman’ın makalesine göre Freud, o güne dek anatomik yaklaşılan histeriyi ilk kez bir kadın hastasını dinleyerek yaklaşır. Bir baba ve kızı Dora, Freud’un eşzamanlı olarak hastası olur. Baba, baş edemediği kızını, Freud’a teslim eder. Dora, bırakın bir psikiyatristi, bir erkek tarafından dinlenmiş olur. O çağın koşullarında bu oldukça sıradışıdır. Freud, Dora’ya ‘petite hystérie’ yani ufak bir histeri teşhisi koyar. Belki de sadece dinlenmiş olmak dahi hastasını iyileştirmiştir; tabii gerçekten öyle bir hastalık varsa. Bir hastalık olduğu kesin ama yüzyıllarca iddia edildiği gibi kadınlarda değil; toplumun tutumunda.

Freud’un Dora çalışmasıyla Lucia’nın yaşamı ardışık zamanlara denk gelir. Lucia, Dora kadar şanslı değildir. Sanatsal veya bilişsel etkinlikleriyle öne çıkan ve kendini ifade etmeye çalışan pek çok kadın, Lucia gibi yaftalanıp kliniklere kapatılır. Oysa sorun tam da buyken, kendini ifade edememe ve baskı. Şiddet, kadın ticareti, aşk, kıskançlık gibi kavramları tartıştığı “Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir” manifestosunun sahibi Emma Goldman “Kadının gelişimi, bağımsızlığı, özgürlüğü kendisinden gelmeli, yani kendini toplumun fikirlerinden ve yargılarından özgürleştirmeli” der.

Feminist bir bilinçle yazan ilk Amerikalı kadın yazar olarak kabul edilen Charlotte Perkins Gillman da kocası tarafından histerisi için kliniğe yollananlardan olur. Entelektüel aktivitelerinin kısıtlanması reçetelenir. Bu tedaviyle çıldırmanın eşiğine gelen yazar, boşanır. 1892’de yazdığı Sarı Duvar Kâğıdı romanında yaşadıklarını anlatır. Histerik, deli kadın hikâyeleri saymakla bitmez. Böyle gelmiş böyle gitmesin diyen kadınlar delidir, ne de olsa. Sylvia Plath, Kate Chopin, Katherine Mansfield, Unica Zürn, Virginia Woolf ve niceleri.

James Joyce’la doğum ve ölüm yılları dahi aynı olan Virginia Woolf’u onunla paralel düşünmemek elde değil. Joyce ve Woolf kürsülerini, eserleri hakkındaki incelemeleri ve bunlardaki dili merak etmekten kendimi alamıyorum. Hastalığı ve intiharından bağımsız anılmayan Virginia Woolf, artan kadın çalışmalarıyla çağdaşı James Joyce’la beraber edebiyatta nereye konumlanır? Eşzamanlı üreten bu iki yazarın da özgün eserler sunduğu, bilinç akışı tekniğiyle yenilikçi tarz yakaladıkları gibi pek çok özellikleri sıralandığında kıyaslama kendiliğinden ortaya çıkıyor. Diğer yandan edebiyat, indirgemeci ve daraltıcı kıyaslama kaldırmayacak bir pota. Film sektöründe patlak veren kadın suiistimali hikâyeleri, iş hayatında süregelen az ücretlendirme, pek çok mecrada taciz, akademide ayrımcılıkla vücut bulan, hep aynı hayalet düşünce. Bu hayaletin edebiyat kuramı tartışmalarına uğramadığını varsaymak saflık olmaz mı?

Aristo’ya göre kadın eksik ya da sakat kalmış erkekti. Yüzyıllar sonra F. Nietszche, “Kadın hakikati istemez; hakikat kadın için nedir?” der. Ahmet Mithat, Hayal ve Hakikat kitabının ‘Hakikat’ kısmını kendi kaleme alırken ‘Hayal’ kısmını kızı Fatma Aliye’ye yazdırır. Jön Türk romanında yarattığı alafranga, feminist Ceylan, cinnet geçirip intihar eder.

Psikanalize girmeden yapılan değerlendirmelere göre ortalama bir baba evlat ilişkisinde babaların, erkek çocuklarına oranla kız çocuklarıyla daha az ilgilendikleri hatta daha kırılgan ve düzensiz iletişimleri olduğu gözlenmiş. (Nielsen, 2012). Sanat tarihçisi Linda Nochlin bu durumu şöyle örneklendirir. Sanat öğretmeni bir babanın oğlu Picasso, erkek değil kız çocuğu olsaydı aynı ilgi ve olanaklara erişebilecek miydi? Tüm hayatı dans olan Lucia Joyce’a çok düşkün olan babası James Joyce, ona bu konuda nasıl yaklaşıyor dersiniz?

Ütücü Kadın tablosunu resmeden ressam Nurullah Berk, “Güzel sanatlara yönelen kadınların bir kusurları vardır” buyurmuş. Bir fantezi olarak kadın düşüncesiyle gerçek hayatta horlanan kadın arasındaki boşluk erkek egemen zihniyetin çıkarlarıyla dolu. Birilerinin ütü yapmaya devam etmesi gerekiyor.

Mary ve Bryan Talbot çiftinin ortak eseri, hikâyenin özgünlüğü, grafik unsurların kalitesi, kendi içinde tutarlılık, farklı alt metinler içermesiyle yeniden okuma isteği uyandırıyor. Meşhur Alice in Sunderland’in yaratıcısı Bryan Talbot’un akıcılığı sağlayan çizimlerinin hakkını yemeyelim. Farklı zaman ve mekânlarda gelgitlerle dolu bu hikâyede bizi öyle güzel ilerletiyor ki her devirin atmosferi hissediliyor. Farklı tonlama ve detaylarla ama yormadan, geçişleri ustalıkla sağlıyor.

Anmadan geçemeyeceğim Ursula K. Le Guin’in ABD Ulusal Kitap Ödülleri konuşmasında dediği gibi “Piyasaya ürün, meta üretimiyle sanat pratiği arasındaki farkı bilen yazarlar da olmasa böyle harika eserlerden mahrum kalacağız.”