Mehrcuyi “genç, entelektüel kuşağa ve onların özgürlük mücadelelerinin yeni bir İran yaratılabileceği” anlayışına olan inancıyla; ülkesinde yaşamaya, aynı zamanda İran rejimini eleştirmeye ve “çoğu İranlı yönetmen gibi” kariyeri boyunca devlet sansürüyle mücadeleye devam etti.

Daryuş Mehrcuyi’nin Ardından: Coğrafya kader midir?

Emine Uçar İlbuğa - Prof. Dr., Sinema Eleştirmeni

Coğrafya kader midir? Ya da baskıcı, totaliter rejimlerin ve global sömürgeci sistemin kirli politikaları mı bu kaderi belirleyendir? “Filmlerini bir ideolojik yapıya bağlı kalmadan yaptığını, ancak konu aldığı “her şeyin politik” olduğunu söyleyen Daryuş Mehrcuyi (83) ve eşi Vahide Muhammedifer (55) 14 Ekim 2023’te Kerec’de yaşadıkları evde bir cinayete kurban gitmeleri ve sonrasında yaşanılan tartışmalar üzerinden bu soruyu salt coğrafya kaderdir sözüne yaslanarak yanıtlamak yanlış olur.  

Daryuş Mehrcuyi kimdir? 

1939’da Tahran’da doğan Mehrcuyi, İtalyan yönetmen De Sica’nın Bisiklet Hırsızları filminden oldukça etkilenir, 1959’da sinema okumak için ABD’ye gider ve Los Angeles’te bulunan UCLA’da Fransız izlenimci sinemanın öncülerinden Jean Renoir’in öğrencisi olur. Ancak sinema eğitimini yeterli bulmaz ve aynı üniversitenin felsefe bölümünden mezun olur. Mehrcuyi, yönetmen, senarist, yapımcı kimliği yanında, resim ve minyatür yapıyor, piyano ve geleneksel İran enstrümanı santur çalıyordu. Bir süre Amerika ve Fransa’da yaşadıktan sonra Tahran’a dönen Mehrcuyi Pars Review adlı edebiyat dergisini çıkarmaya başlar, sinema ve edebiyat, felsefe alanında dersler verir. İlk filmi bir James Bond uyarlaması olan Diamond 33’ü (1966) çeker, ancak pahalı bir yapım olan film, sinemada gerekli ilgiyi görmez. Mehrcuyi hem kendi hem İran sineması için dönüm noktası olacak filmi İnek’in (Gav, 1969) senaryosunu sosyalist yazar Gulam Hüseyin Sâedi (1936-85) ile birlikte yazar, aslında Sâedi’nin Bayel Ağıtçıları (Azadaran-e Baya, 1964) adlı öykü kitabında yer alan bir öyküsünün uyarlaması olan İnek filmi İran Yeni Dalga sinemasının da başlangıcını oluşturur. Ancak Şah döneminde film İran’ı yoksul gösterdiği gerekçesi ile sansürlenir, 1971 yılında İnek, Venedik Film Festivali’ne gizlice gönderilir ve Fibresci Ödülü’nü kazanır. Yönetmen Mehrcuyi’nin filmleri, İran İslam Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında rejim tarafından desteklense de daha sonra rejimin ülkenin her alanında sürdürmekte olduğu baskıcı politikaları karşısında sanat ve özelinde sinema bu baskıdan nasibini alır. 1972’de Woyzeck’in bir uyarlaması olan Postacı’yı çeker, 1977’de yazar Sâedi’nin bir başka hikayesine dayanan The Cycle ise üç yıl İran’da gösterimi yasaklanan film olur. 1989’dan başlayarak Mehrcuyi filmlerinde kadınları merkeze alır. Louis Bunuel’in Viridiana’sına atıfla çektiği Bānū’dan (1991) sonra, Sara (1993), Pari (1995) ve ardından ünlü oyuncu Leyla Hatemi’nin çıkış filmi olan Leila (1997) olmak üzere ardı ardına dört film çeker. Onun filmlerinde kadın imgesi klişe temsillerin ötesinde, geleneklerin baskısı karşısında pes etmeyen, buna karşı mücadele eden güçlü kadınlar olarak öne çıkar. 1998 yapımı Armut Ağacı filminde entelektüel bir yazarın sıkışmışlığını ele alır. Mehrcuyi bu filmiyle aynı zamanda oyuncu Gülşifte Ferahani’yi uluslararası sinema dünyasına taşır. Mehrcuyi filmlerindeki sade, estetik dili ve derinlikli felsefi yapısıyla yeni kuşak İran sinemacılarına örnek oluşturur. Filmleri İran’da birçok komedi dizilerine ilham olur, hatta bazı film eleştirmenlerine göre Asgar Ferhadi’nin A Separation (2011) filmi Mehrcuyi’nin Hamoun filminden esin alır. Onun filmlerinde karakterler eğitimlidir, entelektüel bir kaygı taşır ve çoğu filmleri edebî uyarlamalara dayanır, dolayısıyla kentli bir izleyici kitlesine hitap eder. 

2012 yılında 49. Altın Portakal Film Festivali’nin konuğu olarak Antalya’ya gelen Daryuş Mehrcuyi’nin modern İran resmini çizdiği Turuncu Giyenler (The Orange Suit, 2012) Antalya’da izleyicilerle buluştu. Senaryosunu eşi Vahide Muhammedifer ile birlikte yazdığı filmde; eğitimli genç bir çiftin Norveç’te yaşama hayalleri okudukları bir Feng Shui kitabıyla değişir. Böylece genç çift yurtdışına gitmek yerine, önce kendi yaşamlarında bir sadeleşmeye gider, ardından ülkelerinde kalarak, orayı yaşanılır kılmayı seçerler ve hem çevre kirliliğine hem de memleketlerinin eski, köhnemiş zihniyetten temizlenmesi için mücadele ederler. Yönetmen festival kapsamında kendisiyle yapılan görüşmede bu filminin, ülkesinde kaldığı ve rejimi direkt eleştiren filmler çekmediği için kendisine yöneltilen eleştirilere de bir yanıt olduğunu söyler.  

Mehrcuyi “genç, entelektüel kuşağa ve onların özgürlük mücadelelerinin yeni bir İran yaratılabileceği” anlayışına olan inancıyla; ülkesinde yaşamaya, aynı zamanda İran rejimini eleştirmeye ve “çoğu İranlı yönetmen gibi” kariyeri boyunca devlet sansürüyle mücadeleye devam etti. Senaryosunu yine eşi Vahide Muhammedifer ile birlikte yazdığı son filmi La Minor’da (2022); müziğe olan tutkusu nedeniyle babasının baskılarına maruz kalan genç bir kızın hikâyesini anlattı, ataerkil anlayışı eleştirdi. Ancak filmin gösterimi yasaklandı, rejim yanlısı medya tarafından sert bir şekilde eleştirildiğinde ise yönetmen ve eşi buna sessiz kalmadı hem ülke rejimini hem de sansürü kınadılar. Aynı günlerde Mahsa Amini’nin öldürülmesi ardından kadınların rejime karşı başlattıkları mücadele ve sonrasında yaşanılan süreçte, Daryuş Mehrcuyi “ülkemin kızlarına ve oğullarına yapılan bu zulüm ve şiddet karşısında hiçbir savunması olmayan geleceğin umudu gençlerin umudu ellerinden alınıyor, İran’da yaşanan bütün bunlar zulüm ve suçtur” sözleriyle eylemcilere destek verdi. Yönetmen ve eşinin Eylül 2022’de yazdıkları bu açıklamadan tam bir yıl sonra sürekli tehdit almaları ve öldürülmeleri tesadüf olmasa gerek.