Datura Çiçeği

Murat KAHRAMAN

Sessizlik ve ayaz çökmüştü ortama. Portakal rengindeki bir dolunayın ışığı düşüyordu pencereden. Dolunay çıkınca kapı eşiğini öpme ritüeli, kimden miras kalmıştı, sahi bunu sormayı neden akıl edemedim?  

Dolunaya baktık birlikte hüzün dolu bir suskunlukla. 

Yüzün tarih doluydu. O hüzün dolu gözlerinden tarihimi okuyor gibiydim. Seni hep o hüzün dolu gözlerinden öpmek istemiştim.  

Karanlıkta açan, şafakta sönen baş döndürücü Datura çiçeği gibiydin; geceleri rengini açığa çıkartır, ay ışığıyla hüzünlenirdin. İşte tüm zenginliğin de o zaman ortalığa saçılırdı. Sancıdan mı ya da açlıktan mı bilinmez meramını dile getirmek isteyen bebekler, anneleri tarafından nefessiz bırakılırmış. Ölüm ne ölümmüş ama, en sessiz, en sinsi ve en törensiz olanı: 

Memede boğmak! 

Süt gibi su da annelerin bir öldürme biçimiymiş. Derler ki bunu yapan anneler ya mırıldanarak ya da çığlık atarak çıldırırmış. 

Annen ise “kızımı ben kendi elimle suya atarım” diye kafileyi kandırmış. Bir umut yaşarsın diye bir çalının dibine bırakarak seni terk etmiş. Ağıtlarını, acısını ve evlerini heybesine koyan kafileye yetişirken, karanlığın içinde yalnız bırakılan sadece bir kız çocuğu muydu yoksa insanlık mıydı bunu hiçbir zaman kimse bilmeyecekti.   

Susmanın kıymetini o gün öğrenmiştin. Susmak, bir mücadele biçimini oldu o gece. Dünyanın böylesi garip halleri var işte; rahminden düştüğün kadın bile seni terk edecek çaresizliğe mecbur edilir. Vardan yoku, yoktan varı yaratan karmaşık ve acımasız bir varlıktır insanoğlu/kızı. 
El ayak çekildiği bir vakitte, sessizlikle ortaya çıkan ve geceye gizem katan Teyrıka Seö/ teyrıka şewe (Thuye kuşunun) öttüğü vadiye vardığında, gece kızıla çalan bir vakitti. Aniden bir bebek ağlaması düştü vadinin yüreğine. Thuye kuşunun sesiyle birlikte bebeğin de sesi kesildi aniden. Annesi boğmuş muydu bebeği acaba?

Minaccık ayaklarına dünyanın tüm yükünü yüklemiştin, anneni bulduğunda açılmakta zorlanan pelur kâğıdı inceliğindeki dudaklarının arasında, “beni bırakma anne, söz bir daha ağlamayacağım,” demiştin yalvaran ve boyun eğen bir sesle. Bir ömür boyu sadık kaldın bu söze; ne ağladın ne de gerekli olmayınca konuştun. Annen seni “özür” mahiyetinde dizlerinin üzerine yatırıp saçlarını okşadığı an, ölümü önceden bilen yaşlı kadına, “bana öyle bakma!” diyen annenin itirazını hatırlıyorsun sadece. Bu en son hatıran oldu. Hatıralarla birlikte canlı olan her şey öldü o kuşluk vakti.

Söylence odur ki Munzur suyu günlerce rengini değiştirerek akmış!..  

Sonra “dünyanın en sessiz kadını öldü,” diye haberin geldi. Heyhat, ne sessizliği? Yüreğinde dünyanın en çetin savaşları yaşanıyordu.  Ortama derin bir sessizlik ve onu takip eden bir iç çekişli ürperti. Havada dolaşan ölü sözcükler ve peşinden gelen derin bir suskunluk. Hatıran, hayallerin bile ulaşamayacağı kadar uzaktı sanki. Rüzgârdan devrilmiş bir ağaç kütüğü üzerine çömelmiş gibi yazmıştım hikayeni; zira nereden bilecektim ki hikayenin, başka diyarlara şiir olarak yolculuk yapacağını… 

Tıpkı toprağımız gibi hikayemiz de yasaklandı Datura çiçeğim. Atalarımız gibi katilimize ferman çıkartıldı. Devletten önce “demokrasi havarileri” yasaklamak istediler hikayemizi…Bilen bilir, devlete “sadakat” etme sanatı böyle icra edilir bu topraklarda. Bunların alayı aynı kaba pislerler ama birbiriyle kavgalı görüntüsü vererek insanları yanıltırlar. Bunların da sadakati işe yaramayınca devlet, devreye girdi ve “yasak be kardeşim,” diyerek kitaplarımı yasakladı ve toplattı.   

Ve dediler ki yüzüne yastık bastırırsak boğulur, duyulmaz sesi; oysa ne kadar biçimsiz bir yanılgıydı bu çaresiz çırpınış! Kim engellemeyi becermiş bugüne kadar sanatı?  Hikâyenin estetiği daha güzel sanatsal alanlara yayılarak yol alacağına inanıyorum. 

Bu yasak girişimine karşı Feride Çelik ve Yüksel Coşkun, senin için adına yazılan SUSARAK KONUŞAN KADIN şiirini meydan okuyarak seslendirdiler. 

Geçen günlerde ise gitar çalmaması için parmakları kırılan şair ve müzisyen Victor Jara’nın ülkesi Şili’de şiire dönüşen hikayeni, şairlerin katıldığı gecede okudum. Gecenin adı ise Direniş!
En son ise bir etkinlikte şiiri, Kars güzeli Çiğdem okudu. 

Bu dipsiz dünyada sığındığınız yer umut ve umudu estetikle bulaştıran direniş olsun. 

***

Yana devrilmiş
sonsuz bir uykuya dalmışsın, dediler
ölümünde senin gibi güzel olmuş.
Cebinde eksik etmediğin
kuru üzüm ve kavrulmuş leblebilerin yere dağılmış.
Tarihi sen yazdın
ama günü ben yazamadım.
hayatın,
delik deşik
ve 
sayfaları yırtılmış bir kitap gibiydi
çoğu zaman ben de dokunmaya
kıyamadım
kim bilir 
belki de
dokunmaya cesaret edemedim.
Köpekler,
sahibinin başına oturup ağladığı bir vakitte
Kopardılar seni körpe dalından.
Sen güzeldin
zalimler,
senin güzelliğinden çirkinlik yaratmak istediler
başaramadılar
sen
daha da güzelleştin.
Bak
gördün mü?
seni anlatan sözcükler
beni hakikatten uzaklaştırıyor
nasıl söylesem?
Sadece yoksun artık
sessizce toprağa verilmişsin.
Yüzümü avuçlayan
o avuç içlerinden öptüğüm 
şefkat dolu ellerin 
toprak altında şimdi.
“İnsan kendini bir savaşta, bir de aşkta ortaya koyar” derdin.
Bu sözünü hiç unutmadım.
Ömrün 
sana ait olmayan bir savaşla geçti
her şeyini kaybettin.
Peki ya aşkların?
Kıyamadım bunu sormaya
Sahiden hiç aşkların oldu mu Amojınamın?
Adını,
zindanı yalayan rüzgarla fısıldadım
belki rüzgar,
özlemlerimi,
yağmur diye mezar taşına yağdırır...