Değişim ihtimali olursa umutsuzluk dağılabilir
Saray, şaşalı kongrelerle halka ‘mega projeler’ anlatırken geçim sıkıntısı ülkenin en yakıcı sorunu haline geldi. Mevcut durumun yoksulluğu da aşıp bir tür yoksunluk biçimine ulaştığını vurgulayan Sosyolog Yavuz Çobanoğlu, “Bu umutsuzluk iklimi, ancak bir değişim ihtimalinin belirmesiyle dağıtılabilir” diyor.
MEHMET EMİN KURNAZ
Koronavirüs salgınıyla artan ekonomik kriz milyonların omuzuna yüklenirken saray ittifakı ülke gerçeğinden büsbütün koptu. Çürük çarık sebze kuyruklarına giren yurttaşın “Eve ekmek götüremiyorum” çığlığı bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ‘abartılı’ bulundu. Derinleşen yoksulluk ülkenin en yakıcı sorunu haline gelmişken halka sırtını dönen iktidar, şaşalı kongrelerde ‘mega projeler’ anlattı. Artan yoksulluğun toplumsal yankılarını Sosyolog Yavuz Çobanoğlu ile konuştuk. Bugünkü durumun artık yoksulluğu da aşarak yoksunluk düzeyine ulaştığını vurgulayan Doç. Dr. Yavuz Çobanoğlu, “Bu umutsuzluk iklimi, ancak gelecek kaygısının azaltılması ve bir değişim ihtimalinin belirmesiyle dağıtılabilir” dedi.
TOPLUMDA BİR İÇ PATLAMA MEVCUT
►İnsanların çürük çarık sebze meyve kuyruğuna girdiği bir dönem yaşıyoruz. Bunun dağılan aileler, toplumsal bunalım, artan intihar vakaları gibi birçok yansıması var. Bir çözülme atmosferi gözlüyor musunuz?
Bütün o çarşı pazar görüntüleri, ekonomik zorluklar sebebiyle parçalanan, huzuru geri dönülmez biçimde bozulan aileler; haftada 10-12 kişinin İntihar etmesi; kendini yakanlar; emekliler, esnaf ve çiftçiler gibi kesimlerin alım güçlerindeki keskin düşüşler; icra takip dosyalarının ülke tarihinde görülmemiş rakamlara ulaşması ekonomik bir buhranın göstergeleri olsa da aslında mevzunun göz önünde olmayan taraflarında neler olup bittiğine; iflas edenlerin varlıklarının hangi ellerde toplandığına bakmak gerek. “Bu dönemde kimler zenginleşiyor?” diye de düşünmek lazım... Bence çözülmeden çok, bir iç patlama mevcut. Zira ekonomik buhran dönemlerinde örgütsüz kitleler içeriye ve alta doğru patlar. Mesela maddi güçlükler sıkıştırdıkça ev içinde şiddetin ne oranda arttığı; günlük hayatta temas ettiklerimize karşı tahammül durumlarımız; kişilerin, kendinden alt sınıflarda olanlara karşı davranışları; işçi-patron veya müdür-memur ilişkilerindeki değişimler gibi durumlar hep bu kişisel patlamaların izlerini taşır. Hatta kişiler bir takım vergileri ya da cezaları öderken canlarını yakan şeyin hesabını, orada tahsilat yapandan çıkarır. Asıl muhatap uzaklarda olduğu için çalışan memura, şirketin sahibiymiş muamelesi yapılır. Öfke önüne gelene çarpar. Firmaların müşteri hizmetleri bölümlerindeki insanların ortalama çalışma sürelerinin neden 2-3 yıl olduğunu da buraya teyelleyebiliriz.
SÜREKLİ VAATLE YÖNETİLEMEZ
►Saray İttifakı mega projelerle, pompalanan milliyetçilikle, yapay gündemlerle kitleleri artık konsolide edemiyor. İktidar tabanında anketlere de yansıdığı biçimde belirgin bir erime var. Yoksulluk milyonların siyasal tercihini ne yönde değiştirebilir?
Evet, çözülmelerin önüne geçme adına böylesi bir gayret gözleniyor. Bu “yeni” bir şey de değil, sürekli deneniyor. Bu politikalar, ‘Türk sağı’nın piyasacı liberalizme rıza üretme biçimlerinden birisi ve bazı kereler tuttuğu da görüldü. Çünkü kitlesel bir zemine sahip... Fakat politik iktidarın bu sıraladıklarınızı gündem yaparak, dahası elindeki medya gücüne rağmen, oylarındaki erimeyi durduramamasının daha farklı sebepleri de mevcut. Nitekim bugünkü durum artık yoksulluğu aştı ve yoksunluğa ulaştı. İkisi birbirinden farklı… Yoksulluk sadece alt sınıfların “asgari koşulların altında” yaşama sorunu olarak görülürken, paranın değer kaybı, artan enflasyon, işsizlik vb. birlikte yoksulluk genişledi. Özellikle son 5-6 yıldır orta sınıflar, hem de bu ürün bolluğu içinde, giderek yoksulluğa yanaştılar ve bir yoksunluk düşüncesi geliştirdiler. Bunun kendisi doğrudan politik bir düşünce… Dükkanlar, mağazalar ağzına kadar ürün dolu ama borç içindeki milyonlar onlara ulaşamıyor. Dahası yaşam standartlarını düşürmek zorunda kalıyorlar. Orta sınıfların Aşil’in Topuğu, işte tam da burası… İnsanları bir takım vaatler peşine takmak kolaydır ama bunu gerçeğe dönüştürmek, sürdürmek zordur. Sürekli vaatlerle kitleler yönetilemez, en fazla bu kadar gider. Sonra kitleler sizden daha fazlasını talep edince ulaştığınız yer “Ay’a gidiyoruz” mistifikasyonu olur.
Kanımca AKP bugüne kadar -buna ister “büyüleyerek”, ister “saadet zinciriyle” deyin- bir biçimde elinde tutabildiği orta sınıfları artık kaybetti. Orta sınıflar giderse iktidar da gidecek, bunun da farkındalar. Aksine yapacakları bir şey de yok, keza deniz de bitti. Piyasanın süslü söylemleriyle gelmişlerdi, şimdi piyasa onları götürüyor ve o alanın efendileri bundan sonra yeni aktörlerini bulacaklar. İşte yine aynı sebeple bu büyülü projelerin kitleler nezdinde bugün bir karşılığı da kalmadı. Bunları üniversite diplomasını en az kullanılan çekmecelerden birine koymuş, artık iş aramaktan da vazgeçmiş milyonlarca genç insana anlatamazsınız. Onlar “okusun” diye ömrünü feda etmiş, türlü zorluklara katlanmış, çocuklarının eğitimine yüz binlerce lira harcamış anne babalar da anlamaz. Yani bunca yatırım yapıp çocuklarımı üniversite mezunu yapmışım ama yine yetmiyor. İş bulmak için siyasilerin kapılarını aşındıracaksa bu insanlar, bunun ne anlamı var? Eğitimin itibar kaybetmesine bir de bu açıdan bakmak gerek…
SERMAYE DURUMDAN MEMNUN
►Tarih, büyük ekonomik buhranların yıkıcı etkilerine şahit oldu. Sözgelimi Avrupa’da faşizme yöneliş bu dönemlerin ardından geldi. Aynı zamanda tarih, bilinçli kitlelerin yoksulluğun nedenlerini hedef alan mücadelelerine de sahne oldu. Yoksullaşmanın kolektif bilinç üzerinde ne tür etkileri olabilir?
Durkheimcı “kolektif bilinç”, aslında norm koyucu bir sosyal ahlâk yasası oluşturma amacındaydı. Bu yüzden yoksullaşmanın Durkheimcı anlamda kolektif bir bilinç oluşturacağını söylemek zor. Kavramı kurucusundan bağımsız olarak ele aldığımızda ise, ben bugünün şartları dahilinde Türkiye’deki insanların “yoksulluk” ekseninde buluşabileceklerini düşünmüyorum. Üstelik buluşmak istediklerine ve radikal bir değişim taleplerinin olduğuna da emin değilim. İnsanlar sadece “daha iyi yaşamak” ve bolca tüketmek istiyorlar. Bunu onlara yeniden ve daha güzel bir ambalajla vaat edenin arkasından gidecekler. Daha çok borçlanacak ve ilerideki hayatlarını da ipotek altına alacaklar. Bugünkü tüketme isteği sınıflar ve ideolojiler üstü bir uzlaşı, dikkatle izlenmeli.
Soruya dönersek, sadece yoksulluk üzerine bir toplumsal ortaklık kurulabileceğini varsaymak güç. Çünkü başta Ekim Devrimi olmak üzere, tüm kitlesel hareketlerin bir ideali, ideolojisi, hatta birliği güçlendiren sembol ve sloganları vardı. Bunların tümü bir bilinç etrafında kümelenmeyi sağlıyor, sorunları ortak bir politik havuzda topluyordu. İdealsiz, ideolojisiz ortaklıklar, kolektif bir bilinç sağlayamaz. Dahası bir başka engel de şu ki, bugün politika ve onun dili, gerçek hayatın sorunlarından fersah fersah uzakta; kimlik ve kültür siyaseti, politik alanın yegane hakimi… İnsanlar yoksul olsalar da, bu politik atmosfer sebebiyle hassasiyetlerini dini değerler, inanç, etnik kimlik konuları etrafında geliştiriyor; bunları asli problemleri olarak görüyorlar. Dolayısıyla kolektif mücadele önündeki en büyük engel, bu siyaset şekli ve bu parçalanmışlık. Bu durumun da en çok küresel sermayedarları memnun ettiğini bilmem söylemeye gerek var mı?
►İktidarın yoksulluğu yönetme biçimlerinden en bariz olanı yukarıdan aşağıya dayatılan dindarlaşma eğilimi. Ancak tüm baskılara rağmen toplumda sekülarizme yönelişin de yoğun biçimde arttığını söylemek mümkün mü?
Öyle, fakat dindarlaşma, politik iktidarın yoksulluğu yönetme biçimlerinden sadece birisi… Diğer tarafta kolluk güçleriyle desteklenen, kanunlar ve yönetmeliklerin çevrelediği devasa bir adli sistem var, yönetilemeyen yoksulluk buraya havale ediliyor. Yine kitle iletişim araçları inanılmaz bir manipülasyon gücüne sahip. Hatta buradaki tüm ahlaki sınırlar çoktan geçildi. Yoksulluk yüceltilmeli ki “tuhaf” olmaktan çıkarılmalı. Yoksul ama onurlu, fakir ama namuslu gibi söylemlerle yıllarca alt sınıflar okşandı ve rıza üretildi, üretiliyor.
Bugün Türkiye’de seküler bir hayat tarzına kitlesel bir yönelişin bulunduğu, bence net değil. Belki önümüzdeki 25 yılda netleşebilir ama bugün değil. Gençlerin “deizme kayıyor” olduğuna dair tespitler, onların doğrudan seküler bir hayatı talep ettikleri anlamına gelmez. Dahası nereye bakarak bu tespitte bulunuyoruz? Örneğin, Bingöl’de, Elazığ’da da bu böyle mi acaba? Ülke büyükşehirlerin merkezlerinden ibaret değil. Daha vahim soru ise “seküler hayat” denildiğinde ülke insanları ne anlıyor acaba? Neyi anlıyor, ne talep ediyor ki, nasıl sekülarizme yöneliyor? Din ile devlet işlerinin ayrılmasını anlıyorsa vah vah…
HEDEF GERÇEKLER OLMALI
►Yoksulluk elbette bir sistem sorunu. Ancak bugün belediyelerin yardım kampanyaları, dayanışma ağları gibi birtakım dayanışma faaliyetleri yıkımı durdurabilir mi?
Belediyelerin bugün yoksullara (“ihtiyaç sahibi” şeklinde inceltilmiş bir kavramla ifadesini buluyor) farklı yardımlarla, çiftçiye tohum ve ürün alımı desteğiyle yaptıkları sadece bir pansuman işlevi görmekte… Kısmi ve kısa süreli iyileştirmeler sağlandığı söylenebilir ve bu bakımdan önemli de görülebilir, fakat yoksul insanların mevcut pozisyonlarının değişmesine doğrudan bir katkısı yok. Bunun için sosyo-ekonomik bir sistem değişikliğine ihtiyaç var ama bu da yakın zamanın hedefi değil. Üstelik böylesi yardımlar, yoksul kalmayı sabitleyen, yoksulluğu kişisel olarak da kabullendiren “yardım bağımlılığı” adıyla bir başka sosyal problemi de üretiyor. Hatta bu bağımlılığın bugün kitleselleştiğini, kendi yasallığını kurduğu da söylenebilir. Herkes bir yardım peşinde, iktidar sahiplerinin sosyal medya ortamlarındaki paylaşımlarının altı kişilerin yardım istekleriyle dolu. Bu tespitim yardım isteklerini küçümsemek değil. Buradaki asıl problem, yardımın bir muktedir gösterisine dönüşmesi ve onların “yüce gönüllerinden” kopanla o an yetinilmesi isteklerinin meşruiyet kazanması. Eski Bakan Erdoğan Bayraktar ile hastane kapısından ondan yardım isteyen kanser hastası Dilek Özçelik arasında geçen olayı anımsayalım. Hesapta Bakan kanser hastasının cebine para sıkıştırıp, gidecek ve “yardımseverliği” haber olacaktı. Genç kadının o günkü “ben dilenci değilim” sözleri ve net duruşu, tüm gösteriyi bozdu. Belediye yardımları ve bu konudaki dayanışmalar hepsi iyi güzel de insanların gerçeklerini değiştirmenin hedef olarak alınması gerek. Zira oradaki kalabalık giderek artıyor.
►Kamuoyu yoklamaları, genç kuşakların iktidara daha mesafeli olduklarını gösteriyor. Gençler yoğun gelecek kaygısı yaşıyor. AKP-MHP’ye oy verenler arasında bile yurtdışında yaşamak isteyenlerin oranı oldukça fazla. Bu umutsuzluk iklimi nasıl aşılabilir?
Gözlerini bu iktidar döneminde açıp, başka bir iktidar görmeyen gençlerin AKP’ye mesafeli durmaları anlamlı olabilir. “Devlet size iş bulmak zorunda değil” denilen bir ekonomik sistemde gençlerin gelecek kaygısı taşımalarından doğal bir durum da yok zaten… Hayal gibi, farkındayım ama 1997 yılında, sadece bir dilekçe, bir diploma fotokopisiyle yaptığım başvuru sonucunda öğretmen olarak atanmıştım. Nelerin geçmişte kaldığını düşünelim bakalım! Ülkenin “genç nüfusuyla” övünmek kolay ama onların taleplerini karşılamak zor. Genç insanlar iletişim teknolojileri aracılığıyla dünyanın diğer yerlerindeki akranlarının nasıl yaşadığını görüp talep ediyorlar. Beklentilerinin bu ülkede gerçekleşmesinin zorluğuyla yüzleşenler yurtdışına çıkma planları yapıyor. Bu umutsuzluk iklimi, ancak gelecek kaygılarının azaltılması ve bir değişim ihtimalinin belirmesiyle dağıtılabilir. Şu dönemde “genç olmak” her zamankinden daha sancılı, anlamak lazım.