Merkezî devlet kamusal niteliğini yitirirken süreklileşen krizler, afetler ve en son deprem sonrasında gördüğümüz gibi dayanışmacı bir kamusallığın yeniden yeşerdiği toplumsal dinamikler son dönem Türkiye’sinin yeni özelliklerinden biri haline gelmektedir.

Deprem ve krizlerin ardından yeni kamuculuğun imkânları
Fotoğraf: BirGün / Uğur Şahin

Uygar D. YILDIRIM

Son yıllarda derinleşen ekonomik, siyasal krizler yanında seller, orman yangınları ve deprem gibi ekolojik felaketlerle gelen sürekli kriz hali giderek Türkiye’nin “yeni normali” haline geliyor. Söz konusu krizlerin çok boyutlu ve süreklilik gösteren niteliğini, Türkiye’nin son 10 yılının en belirleyici özelliklerinden biri olarak görebiliriz. Merkezî devletin kamusal niteliğini yitirdiği, şirketleri, müteahhitleri ve bankalarıyla piyasa ilişkilerinin yaşamı esir aldığı koşullarda güvencesizlik ve artan riskler gündelik hayatın sıradan bir parçası haline geliyor. Bu kısa yazıda son yaşanan deprem sonrasında vahim sonuçlarını gördüğümüz toplumsal, siyasal krizle birlikte kamuculuğun çöküşü ve bu çöküşün bıraktığı boşluğun toplum tarafından nasıl doldurulmaya çalışıldığını ele almaya çalışacağım.


Son yıllarda yaşanan ekonomik ve ekolojik krizler, deprem, sel ve yangın gibi afetler gibi birçok olayda devlet kurumlarının müdahale etmekte oldukça yetersiz ve geç kaldığı yoğun olarak kamuoyu tarafından tartışılmakta ve eleştirilmektedir. Kamu kurumlarının şirketleşmesi ve kamu hizmetlerinin piyasalaşması, liyakat yetersizliği yanında başkanlık rejimine geçişle birlikte güçlenen mekezîyetçi yapı içinde kurum ve yöneticilerin hareket, müdahale kabiliyetini yitirmesi gibi bir çok nedenle devletin kamusal niteliği ciddi hasar görmüş durumdadır. Deprem sonrasında gördüğümüz gibi müteahhitlerin dar çıkarları, aç gözlü kârlılık arayışı temelinde yapılan konutların yarattığı yıkıma karşı yurttaşları koruyan herhangi bir kamusal denetimden söz etmek imkânsız hale gelmiştir. Yıkım kararı verilen İskenderun Devlet Hastanesi’nin yıllarca hizmet vermeye devam etmesi, deprem sonrasında alınan ilk tedbirlerden biri olarak üniversite eğitiminin askıya alınması, ulusal televizyonlarda kamu kurumlarının katıldığı büyük yardım şovları son dönemde kamusallığın çöküşünün çeşitli görünümleri olarak değerlendirebilir. Mekezî devlet kamusal niteliğini yitirirken süreklileşen krizler, afetler ve en son deprem sonrasında gördüğümüz gibi dayanışmacı bir kamusallığın yeniden yeşerdiği toplumsal dinamikler son dönem Türkiye’sinin yeni özelliklerinden biri haline gelmektedir.

Türkiye’de kamu, kamusallık kavramları çoğunlukla mekezî devlet ve idarenin faaliyetlerini akla getirmektedir. Ancak kamucu düşüncenin ve kamusal pratiklerin mekezî devlet faaliyetleriyle sınırlamak ilgili literatürde sıklıkla eleştirilmekte, “kamu” kavramının daha geniş toplumsal, siyasal zeminlerde ele alınması önerilmektedir. Bu açıdan yurttaşların; kendi sorun ve ihtiyaçlarını çözmeye, karşılamaya yönelik olarak çoğulcu tartışma zeminleri yaratması, bu ihtiyaçlarla ilgili müdahale ve düzenleme araçları, kurumları geliştirme çabası kamucu düşünce ve pratiklerin filizlendiği en temel dinamiklerden biri olarak görülebilir. Türkiye’de yaşanan gelişmelere baktığımızda bürokratik, hiyerarşik yapısını korumasına rağmen mekezî devletin kamucu niteliğini giderek yitirdiğini ancak aynı süreçte yeni toplumsal alanlar yaratarak filizlenen yeni imkânların da ortaya çıktığını açık bir şekilde görebilmekteyiz. Orman yangını, sel ve deprem sonrasında gördüğümüz dayanışmacı örgütlenmelerin kurumsallaşmış formlarını gıda krizi, kadın sorunu gibi alanlarda ortaya çıkan, sayısı gün geçtikçe artan örgütlenmelerde görüyoruz. Geçtiğimiz ağustos ayında Marmaris’te yaşanan, devletin günlerce söndüremediği orman yangını devam ederken STK’ler, dernekler, ekoloji örgütleri, örgütsüz bireyler ve yerel inisiyatiflere bağlı geniş bir gönüllü grubu hızla örgütlenerek yangın bölgesine müdahale etmeye çalışmıştı. Gönüllü yurttaşlar kurdukları ağ ilişkileri sayesinde yangına müdahale ekipmanları, su tankerlerinin tedariki, yangına doğrudan müdahale, evlerin tahliyesi, çadır ve yemek dağıtımı, yangın sonrası ağaçlandırma çalışmaları gibi oldukça farklı işlerde çalıştılar. Ekolojik felaketler yanında Türkiye’de son yıllarda gıda krizi, kadın sorunu gibi alanlarda da dayanışmacı örgütlenme ve kurumların sayısı ve niteliğinde hızlı gelişmeler yaşanıyor. Halkın geniş kesimlerinin gıda krizine karşı çözüm üretme arayışı, sağlıklı gıdaya erişim hakkının tesis edilmesi çabası kendisini büyük şehirlerin semtlerinde kurulan dayanışmacı kooperatiflerle gösteriyor. Ayrıca güvencesizleşen farklı meslek gruplarından gelen çalışanlar da; bilişim, tiyatro, eğitim gibi temel toplumsal ihtiyaç alanlarında kooperatifler kurarak dayanışmacı ilişkileri güçlendirmeye çalışıyorlar. Dayanışmacı örgütlenmelerin bir diğer formunun, ataerkil yapının sistematik saldırısına maruz kalan dernek, stk ve kooperatif gibi kurumsallıklar inşa ederek var olmaya çalışan kadın hareketinden geldiğini görmekteyiz.

Kısacası son 10 yılda Türkiye’de krizlerin süreklileşmesi, eski normallerin yitirilmesi toplumda dayanışma ve güven ilkeleri temelinde gelişen yeni örgütlenme ve ağ ilişkilerinin de önünü açmaktadır. Devletin terk ettiği kamusal hizmet üretim ve düzenleme alanı toplumun farklı kesimlerinden gelen gönüllülerin oluşturduğu dayanışmacı organizasyon ve ağ ilişkileriyle telafi edilmeye çalışılmaktadır. Toplumun farklı kesimlerinden gelen yurttaşların yer aldığı bu gruplar, büyük ölçüde piyasa ilişkilerinin dışında dayanışma ve güven temelli yerel ilişkiler alanı içinde örgütlenmekte ve yeni bir kamusal tartışma, müdahale ve düzenlemenin temelini oluşturmaktadır. Ekonomik, politik, ekolojik krizler, orman yangınları, sel ve depremler toplumsal çöküşü derinleştirirken yaşanan her olayda açığa çıkan bu dayanışma örüntüleri kamuculuğun yeni formları haline geliyor.

Gücünü tabandan alan dayanışmacı organizasyonların kimlerden oluştuğuna, son yaşanan deprem sonrasında nasıl örgütlendiğine ve ürettiği kamusallıklara kısaca bakalım. Hepimizin yakından şahit olduğu gibi devlet kurumları deprem sonrasında bölgeye ulaşmakta oldukça yetersiz kalırken geniş bir gönüllü kesim kurdukları sosyal organizasyonlar ve ağ ilişkileri aracılığıyla arama, kurtarma çalışmalarına başlayabilmişlerdi. Bu sayede büyükşehirlerin semtlerinden sosyal medyaya ve göçük altındaki yurttaşlara kadar uzanan, binlerce gönüllüden oluşan ekipler seferber edilebildi. Sosyal ağlar içinde oluşturulan elbirliği sayesinde; arama kurtarma ekiplerinin organizasyonu, göçüklere yönlendirilmesi, enkaz çalışmalarında kullanılan gerekli alet, araç ve ekipmanların sağlanması, beslenme, barınma ve kadın, çocuklara yönelik temel ihtiyaçların belirlenmesi, tedarik, taşıma, lojistik ve ulaştırma işleri gibi oldukça kapsamlı işler yürütülebildi. Ayrıca dayanışmacı ağlarda yer alan gönüllülerin teyitli, güvenilir bilgi ve haber akışı üretme, sağlama çabası sayesinde ulusal televizyonların büyük ölçüde görünmezleştirdiği gerçekleri öğrenme fırsatımız oldu. Sivil toplum örgütleri, kadın örgütleri, sendikalar, meslek örgütleri ve siyasi partilere bağlı yurttaşlar, farklı kesimlerden gelen örgütsüz bireyler, beyaz yakalılar, maden işçileri, aktivistler gibi oldukça geniş bir kesim bu ağlar içinde yer alıyor. Kriz anlarında hızlıca bir araya gelebilen bu kesimlerin inşa ettiği sosyal ağ ve organizasyonlar; devlet ve piyasa kurumlarının yetersiz kaldığı, kayıpların büyük olduğu, ekolojik ve sosyal yıkımlarda anlık olarak kurulabilme ve dağılma esnekliği göstermektedir. Akıllı telefonlar ve sosyal medya platformlarının sağladığı iletişim ve haberleşme altyapısı bu tip ağ örgütlenmelerinin kurulmasını ve faaliyet göstermesini oldukça kolaylaştırmaktadır. Kriz ve afet anlarında pratik ve yaratıcı çözümlerle kurulan ve geliştirilen ağ ilişkileri ve sosyal organizasyonlar sayesinde büyük bir müdahale kapasitesi üretilebilmektedir.

Büyük ölçüde parçalı, merkezsiz bir formda örgütlenen dayanışmacı ağların en önemli özelliği ağırlıklı olarak mekezî devlet ve piyasa ilişkileri dışı bir alanda örgütlenmekte olmasıdır. Dayanışmacı grupların etkinlik gösterdiği ağların kriz ve afet anlarında hızla hareket edebildiğini, kendi içinde yatay örgütlendiğini, iletişim ve müdahale süreçlerinde sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanabildiğini görüyoruz. Binlerce gönüllünün yer aldığı, dayanışma ve güven temelinde kendi iç motivasyon ve bütünlüğünü sağlayan bu ağlar içinde yer alan grupların parçalı yapısı da dikkat çeken bir diğer yönüdür. Belirli bir ideolojik, politik düşünce veya konuma sığdırmakta zorlandığımız ağ örgütlenmelerinin son yıllarda somut kamusal fayda ve desteği hızlıca üretme kapasitesi yakaladığını görüyoruz. Bu yapılar kendi içinde parçalı ve dağınık oluşu yanında koordinasyon ve bütünlük oluşturma bakımından kimi eksikler taşımasına rağmen kamucu söylem ve pratiklerin tabandan örülmesi bakımından önemli potansiyeller sağlamaktadır.

Görülüyor ki ulusal medyanın önde gelen kanalları halkın içinde bulunduğu durum, ihtiyaçlar ve beklentilere mikrofonlarını itinayla kapatırken binlerce yurttaş sosyal medya platformlarının olanaklarını sonuna kadar kullanarak, kendi öz gücüyle büyük bir kamusal enerji yaratabiliyor. Halkın geniş kesimlerinin son yıllarda geliştirdiği dayanışmacı ağ ve örgütlenmelerin derinleşen toplumsal kriz koşullarında ve ekolojik yıkım anlarında yeniden ortaya çıkacağını, süreklilik kazanacağını rahatlıkla öngörebiliriz. İnsan toplumsal/kamusal bir fayda ürettiğinde kendisini değerli hisseden bir varlıktır. Toplum ve doğayla yaşanan yabancılaşmayı aşmaya yönelik her müdahale insanın kendisiyle ilişkisini de iyileştirir. Son yılların ağ ilişkileri, sosyal organizasyonlar, kooperatifler gibi örgütlülükleriyle ortaya çıkan dayanışmacı yapılar yeni bir iyileşmenin, toplumu bir arada tutan yeni anlam ve değerlerin olanaklarını sunmaktadırlar. Eski toplumun kurum ve değerleri büyük bir gürültüyle çökmeye devam ederken yukarıda kısaca üzerinde durduğumuz dayanışmacı örgüt ve ağlar, enkazdan yeni bir topluma giden yolun temel taşları olabilir.