Ortaokul ve lisede çok okul kırdım, sıkıcı derslerden kaçıp sinemaya gittim. Sonunda da film eleştirmeni oldum. Ama ders beni

Ortaokul ve lisede çok okul kırdım, sıkıcı derslerden kaçıp sinemaya gittim. Sonunda da film eleştirmeni oldum. Ama ders beni sinemada da buldu. Şimdi sinemayı kırsam nereye gideceğim? “Dersimiz Atatürk” adının vaat ettiği gibi bir eğitim filmi. Teneffüs zili çalsa da kurtulsak dedirten türden. Filmin başında yönetmen Hamdi Akalın filmin çocuklara ve gençlere yönelik olduğunu belirtti. Ama bu durum filmin benim gibi yetişkinlere sıkıcı gelmesinin nedeni değil. Çocuklara da sıkıcı gelecektir. Bana tarih dersleri çok sıkıcı geliyordu çocukken, unutmadım. Nedenleri belli: tarih bir olaylar silsilesi olarak aktarılır, kralların, padişahların komutanların kahramanlıklarından ibarettir.  Neden sonuç ilişkileri son derece yüzeyseldir. Padişahlar sefahat alemine dalar, imparatorluk geriler falan filan. Batı neden gelişir de Osmanlı geri kalır, savaşlar neden çıkar(ılır) anlamanız mümkün değildir.
DEDENİN ANLATTIKLARI
“Dersimiz Atatürk” de aynı tarih anlatımının bir parçası. Anlamsız ve sıkıcı. Film boyunca ortaokul ve lise boyunca yaşadıklarım gözümün önünden geçti. Filmin senaristi Turgut Özakman ve yönetmeni Hamdi Alkan da aynı sıkıntıları yaşamamışlar mıydı acaba? Yaşadılarsa nasıl oluyordu da aynı anlayışı sürdürüp çocukların bu filmden eğlenerek ve öğrenerek çıkacaklarını umuyorlardı?
Filmde bir yazar karakteri var Çetin Tekindor’un canlandırdığı. Bu yazar Mert adlı bir çocuğun dedesi. Mert ve sınıf arkadaşları, Atatürk hakkında bir sunum hazırlamaları gerektiğinde yazar dedeye başvuruyorlar. Yazar dede de oturup onlara Atatürk’ü görsel materyallerle de süsleyerek anlatıyor. Filmi bu anlatı oluşturuyor.  Dede filmin başlarında bir ortaçağ tanımı yapıyor. Bu tanım şöyle “ortaçağ = bilgisizlik+yoksulluk+gerilik+bağnazlık”. Koskoca ortaçağ bu muymuş? Buymuş, çünkü bu tanım ezberlememiz için bir kez daha tekrar ediliyor. Bu ortaçağda nasıl bir bilgi birikimi oluşmuş, üretici güçler ile üretim ilişkileri nasıl dönüşümlerden geçmişler ve en önemlisi ortaçağ nasıl olmuş da yeni çağa yol vermiş? Hangi dinamikler bu değişime yol açmış? Osmanlı İmparatorluğu ortaçağı yaşıyor gibiyken, Atatürk çıkıp önderlik etmiş ve ortaçağdan çıkmışız. Türkiye için en azından açıklama bundan ibaret. (Demek ki Fatih ortaçağı kapatıp yeni çağı başkaları için açmış, kendi devleti için değil.)
Sonra başlıyor düşmanlar edebiyatı. Küçükken kavramakta en güçlük çektiğim şey, düşmanın göreceli bir kavram olduğuydu. Bizim de başkasının düşmanı  olabileceğimizi ders kitaplarından değil, Zagor adlı resimli romandan öğrenmiştim. Zagor bile ders kitaplarından daha ileriydi.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün köylere  “yaşama sevinci” götürdüğünü ekliyor bir ara yazar dede. Akabinde izlediğimiz sahnede köylülerin yaşama sevincini görüyoruz. Gülmeyen, ciddi suratlarla hazır olda durmuşlar, bir kısmı asker selamı veriyor.
Atatürk zeki bir çoban çocuğu himayesine alıyor. Yanaklarından kan fışkıran bu çocuk güçlensin diye hastaneye yatırılıyor. Bir hastalığı olmayan bir çocuk neden hastaneye yatırılır, iyi beslenmenin başka yolu yok mudur? Anlayan bana da açıklasın. “Dersimiz Atatürk” Can Dündar’ın “yanlışlar”ını da düzeltiyor. Ata’nın içki sofralarının nasıl bir saygı ve ölçülülük içinde yapıldığını da görüyoruz. Bu sofralarda anladığımız kadarıyla Atatürk, konuklarına brifing veriyor. Görüntüler böyle bir ortama işaret ediyor.
Bunun gibi daha birçok şey söylenebilir ama gerekli değil. Mühim bunlar da tabii ama asıl mesele başta söylediğim gibi tarih anlayışı. Bu anlayışta kahramanlar ve hayranlıkla onu izleyen faniler ve bir takım olaylar var. Bir  analiz, bir açıklama yok.
HERKES JAKOBEN
Film sırasında bir de şunu düşündüm: Herkes jakoben, kimse kendi başına bırakıldığında, başına bir öğretmen konulmadığında bu halkın bir yere gidebileceğine inanmıyor! Liberaller AB yasalarıyla tepeden (Avrupa’dan) inme bir demokrasinin geleceğini umuyor. Kemalistler, Atatürk’e tapıyorlar ve önderler ve öğretmenler aracılığıyla halkı eğitmeyi umuyorlar. Ilımlı İslamcılar imamdan bir öğretmen, bir ulu önder yaratıyor ve halkın onun aracılığıyla doğru yolu bulmasını bekliyor. Komünistler de işçi sınıfına bilincin dışarıdan getirileceğini söyler öteden beri zaten. O zaman jakobenizmle barışalım, kimsenin farklı bir yöntem önereceği yoksa.
KÖPRÜDEKİLER: Sallantıdaki hayatlar
FİLM bu haftanın en iyisi. Hatta belki de yılın en iyilerinden fakat ne yazık ki bu filmi göreli bir sene oldu. Yeniden izleyemedim. Yazmamak haksızlık olacağı için hatırladıklarımla da olsa bir şeyler yazacağım. Film belgeselle kurmaca arasında kendine özgü bir tarz kurmayı başarıyor. Üç kahramanın birbiriyle kesişmeyen hikayelerini anlatıyor ‘Köprüdekiler’. Boğaz köprüsü üzerinde çiçek satıyor biri, diğeri aynı köprü üzerinde trafik polisi, üçüncüsü ise sürekli köprüden geçen, iki yaka arasında çalışan bir dolmuş şoförü. Polisi oynayan oyuncu dışındakiler gerçek hayatlarında filmdeki rollerini ifa ediyor. Polisi oynayan da zaten bir amatör ve bir polis kardeşi. Hayatları belirsizliklerle dolu filmin kahramanlarının, geleceklerinden korkuyorlar, yoksullar. Köprünün kendisi gibi onların da hayatları sallantıda. En alt tabakadan gelenleri hiç okula gitmemiş bir Roman olan çiçekçi genç (cehalet baki olduğuna göre acaba ortaçağdan çıkamadık mı? Bkz: Dersimiz Atatürk). Dolmuş şoförünün eşiyle sorunları var. Daha iyi koşullarda yaşamak isteyen karısı şoförü sürekli atılımlar yapmaya zorluyor. Polis ise bir eş bulma çabasında. Filmde bir yandan da milliyetçiliğin yükselişine, yönetmenin kendi korkusuna da tanık oluyoruz. Kahramanlarımız hiç karşılaşmıyorlar, yalnızlar. Amatör oyunculardan çok etkileyici performanslar almayı başarmış Aslı Özge. Alman bir film eleştirmeni arkadaşım festivaldeki gösterimin çıkışında “bu belgesel mi, kurmaca mı?” diye sormuştu. Kuşkusuz kurmaca bir film ama belgesel gibi. Altın Koza ve Altın Laleli ‘Köprüdekiler’i kaçırmayın derim.
BÜŞRA: İnançlı ile inançsız
“Büşra” Yaman adlı bir  yazarla, gazeteci olmaya çalışan Büşra adlı bir genç kızın aşk hikâyesi. Ama Türkiye’de aşkları da belirleyebilen, onları Batılı muadillerinden farklı kılan bölünmeler var. İki sevgilinin arasındaki fark zengin kız-fakir oğlan farkı değil. İnanç dünyası farkı. Yaman sadece dinsel inançlardan yoksun değil, bir varoluş krizi içinde. Bütünüyle bir isyan içinde ama isyanını kanalize ettiği bir mecra yok. Daha çok bir bireysel bir rockçı asi gibi.
Bir yandan da hep inançlı kızlara âşık oluyor. Büşra’yı tanıdığı sırada birlikte olduğu Alara, new age felsefesine kendisini kaptırmış, post-modern inançlılardan. Yoga yapıyor, ayawaska denilen zihin halini değiştiren maddeler kullanıyor vb. Alara’nın post-modern inanç dünyası karşısında Büşra’nın Müslümanlığı çok daha hakiki, çok daha samimi duruyor. Büşra da Yaman ile tanıştığı sırada nişanlanmak üzere. Ailesinin kendisine yakıştırdığı kişi genç bir Müslüman işadamı. Fakat iş adamımız Taksi Şoförü filminin Travis’i gibi. İş dünyasının gerçekleri onu biraz da Gordon Gekko’laştırmış (Oliver Stone’un “Wall Str.’in karakteri). Muhafazakar ve psikopatlığın eşiğinde bir karakter. Alternatifleri bunlar olunca Yaman’la Büşra’nın yakınlaşması kaçınılmaz tabii ki.
Fakat kaynağı bir çizgi roman olan Büşra oldukça karikatürize ediyor kahramanlarını. Bir kostümlü partide, Nazi subayı kıyafeti giyen bir tipin, aynı Naziler gibi davranması gibi kör gözüm parmağına sahneler var filmde. Filmin finali ise, yine de sinemamızda çok rastlamadığımız tipleri anlatmaya çalıştığı için ilginç saydığım filmi, kaba saba bir şekilde noktalıyor. Şöyle söyleyeyim finali çok açık etmemeye çalışarak. İslamcı bir film finalinde, kahramanı olan laik kıza başörtüsü taktırsaydı ve bu değişime beni ikna edemeseydi çok rahatsız olurdum. “Büşra” da öyle... Büşra rolündeki genç oyuncu Mine Kılıç’ın yeni filmlerini merak edeceğim. Not: New Age felsefesinin ABD ordusuna da sirayet eden saçmalıkları için sevimli bir komedi olan ve bu hafta gösterime giren “Özel Kuvvetler”i tavsiye ederim.