Böyle bir siyasal kültür içinde yeşermiş demokrasinin yurttaşlara değil, daha çok seçmenlere ihtiyaç duyacağı aşikârdır

Devlet Baba ve onun ‘kullanışlı’ siyasi partileri (ı)

ŞÜKRÜ AYDIN

Türkiye’de siyaset arenasının gladyatörleri olan siyasi partiler, ekseriyetle -ki bu özellikle 12 Eylül’den bu yana, halk iradesinin önüne konan yüksek barajı geçebilenler anlamına gelir- eli mahkûm devlet partileridir. ‘Devlet partisi’ tabirinden kastım, söz konusu partilerin devlet katında toplumu değil, daha çok toplum nezdinde devleti temsil edişleri gerçeği. Dolayısıyla, Türk siyasetinde temsil ilişkisi ve süreçleri esasen aşağıdan değil yukarıdan başlar, yani toplumdan değil devletten el alır ve doğal olarak asimetrik nitelik taşır, diyebiliriz.

Böyle bir siyasal kültür içinde -artık her nasılsa- yeşermiş demokrasinin yurttaşlara değil, daha çok seçmenlere ihtiyaç duyacağı aşikârdır. Zira bu tür demokrasilerde, halkın periyodik aralıklarla çağrıldığında sandığa gideni makbuldür, kafasına göre sokağa çıkanı değil. Dolayısıyla, halktan iradesini bir an önce sandığa atıp hava kararmadan evine dönmesi ve seçimlerden sonra derhal siyasi arenadaki mukadder ve muteber seyirci konumuna çekilmesi beklenir.

Bu sebeple, bu tür sandık demokrasilerinde temel amaç ‘halk iradesi’ni meclise yansıtmak değil, halkın iradesine el koymak ve devletin tasarrufuna bırakmaktır. Bunun en bariz göstergelerinden ve de en kullanışlı araçlarından biri, seçimlerden önce çoğul olarak seslenilen seçmenlerin, seçimlerden sonra derhal tekil ‘seçmen’e indirgenmesi ve üstelik bu tekilliğin son derece keyfi biçimde bir tür tümellik ( ‘milli irade’ ) olarak yorumlanması ve pazarlanmasıdır. Biz bu sürece kısaca halk iradesinin ‘millileştirilmesi’, başka ve ihtimalen çok daha doğru bir ifadeyle, ‘devletleştirilmesi’ diyebiliriz.

Oyun aşikâr: Halk çağrıldığında gidip iradesini sandığa atacak, evine iradesiz geri dönecek. Ve o andan itibaren de, halk ‘aslında’ neyi istemiş olduğunu, ‘gerçekte’ iradesinin ne olduğunu artık siyaset arenasında birbirleriyle çekişen siyasetçilerden; bilumum medyada birbirleriyle çarpışan entelektüellerden, kanaat önderlerinden, kamuoyu terzilerinden, milli irade imalatçılarından öğrenecek; ve bilahare, siyasi partiler sandıktan paylarına düşen siyasi sermayeyi vakit geçirmeden ‘devlet tahvilleri’ne yatıracaktır.

Şimdi soru şu: 7 Haziran seçimleri ve müteakip gelişmeler yukarıda resmedilen tabloyu bir kez daha teyit etmiyor mu?

7 Haziran seçimleri ve müteakip gelişmeler, Türkiye’de 'millet iradesi' ile 'halk iradesi' arasında hiçbir rabıta olmadığı gerçeğini bir kez daha ortaya çıkardı. Başka bir deyişle, bu seçimlerde de 'halk iradesi' barajı geçmeyi başaramadı.

12 Eylül ürünü yüksek seçim barajını kastetmiyorum. HDP aşmış olsa da, o baraj hâlâ orada duruyor ve hâlâ barajı geçemeyen partiler var çünkü. Bir partinin, herkesin dikkatini odakladığı bir partinin bu barajı aşmış olması, durumu değiştirmiyor. Fakat bu apayrı bir mesele.

Benim şu an üzerinde durmak istediğim nokta başka. Ben boşluğa atılan oylara değil, boşa giden oylara dikkat çekmek istiyorum. Sırtlandıkları ya da omuz verdikleri partileri meclise taşıyamayan değil, tam da taşıyan oylardan; destekledikleri partileri meclise gönderen ancak kendileri sandıkta kalan oylardan bahsediyorum. 'Milli irade' panteonuna tırmanmak için merdiven olarak kullanılan 'halk iradesi'nden; daha doğrusu, bu uğurda heba edilmiş milyanlarca seçmen iradesinden...

Barajı geçen üç asli devlet partisinin; AKP, CHP ve MHP’nin, barajı -bütün milli engelleme çabalarına rağmen- geçen diğer partinin, yani HDP’nin karşısında sergiledikleri tavırlar, yukarıda çizilen tablonun en bariz göstergesi olarak görülebilir. Zira HDP, bu seçimlerde sadece seçim barajını aşmakla kalmadı, asıl söz konusu kadim asimetrik siyasi temsil ilişkisini ve sürecini de aşındırdı ve böylece, diğer üç partinin fıtratındaki devletçi karakteri çok daha görünür hale getirdi.

Biraz daha açalım.

Yavuz Baydar geçenlerde köşesinde (Bugün Gazetesi, 3 Temmuz 2015) 7 Haziran seçimleri sonrasında oynanan siyasi ‘oyun’u sadece HDP’nin bozabileceğini söyledi ve yazısını “Tabii, mesela HDP, aniden 'sine-i millet'e dönme kararı verirse, işte o zaman işler değişir” tespitiyle noktaladı. Bu, şu an ilgilendiğimiz mesele, yani Türkiye’de siyasi partilerin ekseriyetle devlet partisi oldukları iddiasının anlaşılması bakımından üzerinde uzun uzun düşünülmeye değer bir tespit. Baydar -şüphesiz- ‘sine-i millet’e dönme lafını Türk siyasal kültüründeki mecazi anlamıyla kullanıyor ve söz konusu tespitine ‘mazallah’ edasını katan da zaten HDP’nin bunu gerçekten uygulama ihtimalidir ki, üzerinde düşünülmeye değer bulduğum nokta da bu.

Soru şu: Şu an mevcut partilerden hangisi ihtiyaç hâsıl olduğunda ‘sine-i millet’e dönme kararı verebilir? Ya da şöyle soralım: Bu ‘dönüş’ün, seçimlerin tekrarı mealinde bir ‘oyuna devam’ jesti değil de, tam tersine bir ‘oyunu bozma’ resti içerdiğini göz önüne alırsak, acaba mevcut partilerden hangisinin bu ‘medeni cesaret’e sahip olduğunu söyleyebiliriz?

HDP hariç, AKP de dâhil olmak üzere şu an hiçbir siyasal partinin böyle bir cesarete, hatta niyete dahi sahip olmadıklarını söyleyebileceğimizi düşünüyorum.

Zira Türkiye’de siyasi partiler her zaman ‘sine-i millet’ten geldikleri iddiasındadırlar elbette, ancak ‘sine-i millet’e –bu anlamda- geri dönmek gibi dertleri pek yoktur. Misal en köklü devlet partisi olan CHP sanırım hiçbir zaman sine-i millet’e dönmekten söz etmemiştir. Yanlış hatırlamıyorsam bu laf bir zamanlar Süleyman Demirel tarafından dile getirilmişti. Ama o da dile getirmişti, o kadar!

Meşruiyetlerini esasen sivil toplumdan aldıkları iddiasındaki partiler için, bu söz zaman zaman başvurulan esaslı ancak bir o kadar da mesnetsiz bir tehdittir. Zira ne kendileri böyle bir dönüşü tercih edecek denli sivildirler ne de es kaza döndüklerinde karşılarında bulacak oldukları toplum o denli sivildir. Dolayısıyla bu söz, topluma sunulmuş güçlü bir teklif değil, devlete yöneltilmiş zayıf bir tehdittir aslında. “Bak, istersem sana sırt çeviririm ha!” minvalindeki mesnetsiz bir tehdittir; zira nihayetinde, Türkiye’de siyasi partilerin sinelerini esasen kime döndüklerini ve elbette aynı zamanda da kimlere sırt çevirdiklerini gösterir.

CHP, MHP tamam da, AKP’yi bu tabloda nereye koyacağız? Muhaliflerinin devleti ele geçirmekle suçladığı, kendilerinin ve yandaşlarının devleti dönüştürmekle şereflendirdiği bu partiyi; seçimle iktidara gelen fakat zamanla devrim hükümeti gibi hareket etmeye başlayan AKP’yi ‘devlet partisi’ olarak görmek, göstermek izan ve insafa sığar mı? Gelecek bölümde işte bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım.