Gün geçmiyor ki devlet borçlarının küresel krizin yeni bir uğrağı olduğu hakkında bir haber ya da yorum okumayalım.

Gün geçmiyor ki devlet borçlarının küresel krizin yeni bir uğrağı olduğu hakkında bir haber ya da yorum okumayalım. Mesele sadece emekten yana medyada değil yerli ve yabancı burjuva medyasında da ilgi odağında. Konuyla temsil ettikleri sermayeler adına ilgilenenler, ‘küresel krizden’ bir türlü çıkılamaması nedeniyle, başta kapitalizmin merkezlerinde olmak üzere devlet harcamalarının ve dolayısıyla devlet borçlarının şu anki kaygılandırıcı sınırı da aşarak, denetlenemeyecek bir boyuta sıçrayabileceğine vurgu yapıyorlar.  Görünen o ki kamu borçlarının çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili bir ‘inançsızlık’ hali sermaye cephesinde hızla hâkim olmaya başlıyor. Oysa burjuva toplumunda ‘devlet borçlarına inançsızlık kutsal ruha karşı işlenmiş, bağışlanmayan günah’tan bile daha büyük bir günahtır[1]. Kuşkusuz, her din gibi, ‘sermaye dini’ de bu uğursuz günahı dinsel inancı pekiştirmek amacıyla tanımlamıştır. Dolayısıyla devlet borçlarına güvensizlik şeklinde ortaya çıkan söz konusu bu sapkınlığın dinin elden gitmesine yol açabileceğinden  korkulmaktadır. Söylemeye gerek yok ama bir kere din elden gitti mi, gerisi çorap söküğü gibi gelir.
Eylül 2008’de baş gösteren ‘küresel finansal kriz’in nasıl da bir çırpıda bir inançsızlık krizine dönüştüğüne cümle alemle birlikte bizler de bu ülkeden şahit olmuştuk. Anımsarsanız sermaye için bu muzır ruh hali o kadar hızlı ve sarsıcı bir şekilde yaygınlaşmıştı ki bir ara burjuva ideologları gerçekten de ‘dinin’ elden gitmekte olduğu vehmine kapılmışlardı. Bizim taraftan ‘hava döndü’ nameleri yükselirken, George Soros’undan, FED’in efsanevi eski Başkanı nam-ı diğer Maestro Alan Greenspan’e kadar sermayenin birçok yüksek rahibi kendi saflarında ‘kapitalizm’ ile ilgili ağza alınmaması gereken beyanlarda bulunmak zorunda kalmışlardı. O günlerde dinin kurtarılması gereği gün gibi ortadaydı. İşte böyle bir anda Martin Luther’in torunu Almanya Şansöliyesi Angela Merkel -daha sonra unutmuş görünse de- dinde reform yapılması gerektiğini ima eden fikirler ileri sürüyordu. Merkel ve ekibi 1968 ‘Prag Baharı’nın sloganına dönüşen ‘insan yüzlü sosyalizm’ deyiminden uyarlayarak ‘insan yüzlü kapitalizm’ lafını bile tedavüle sokmaya niyetlendiler. Neyse ki korkulan olmadı; işlerin açılacağına dair nereden gelip, nasıl hasıl olduğu belli olmayan bir güven duygusu kazanan piyasalar yeniden canlandı, sınırlar arası spekülatif sermaye hareketleri yavaş yavaş yükselişe geçti. Ve böylece özlemle yad edilen ‘insan yüzüne’ ihtiyaç kalmadığı görülünce, şeytansı simsarlar yeniden sahnedeki yerlerini almaya başladı. Hem de hiç utanmadan ve çekinmeden. İşte o gün bugündür insanlığın kaderi bu şeytanların eline yeniden teslim edilmiş durumda.
Küresel krizin devlet borçlarınca tetiklenen bu özgül uğrağının daha henüz en yüksek noktasında değiliz. Yalnız bu noktaya bir gün eriştiğimizde neler olabileceğini şimdiden düşünmeye başlamak yararlı ve yerinde olacaktır. Marx, kendi tarihindeki benzer bir durumu incelerken, oldukça aydınlatıcı bir raporla karşılaşmıştı. Dolayısıyla bu konuda Marx’a başvurabiliriz. Gerisini ondan dinleyelim: ‘Bunalım en yüksek noktasına ulaştığında, herkesin nasıl bir genel sauve qui peut (can telaşı) içine düştüğü . . . birinci sınıf [finans] uzman[ı], saygıdeğer üçkağıtçı Quaker Samuel Gurney’in  . . . raporunda açıklanmaktadır: ‘. . . Panik başladı mı insan artık kendisine, banknotları karşılığında ne elde edebileceğini ya da hazine bonoları satışıyla, yüzde-bir, iki ya da üç zarara uğrayıp uğramayacağı sorusunu sormaz. Bir kez içerisine korku girdi mi, gözü ne kâr görür ne zarar, yalnızca kendisini güven altına alır, ve dünya alemin canı cehenneme der.’[2]  Yani ‘bunalımın en yüksek noktasına’ ulaşıldığında daha güne kadar en dindar görünenler, ‘müminleri’ sırtlarında hançerleyecek kadar dinsizleşirler. O halde, lafı uzatmadan şunu söyleyebiliriz: Gelecek günlerde kapitalizm 2008 ve 2009 yıllarında olduğundan çok daha büyük bir itibar kaybına uğrayarak, derin bir ideolojik sarsıntı geçirme ihtimaliyle yüz yüzedir. Geniş halk kitleleri ve emekçiler adına mücadele edenler, bu gelişmeleri yakında izleyerek solun olası bu durum hakkındaki stratejilerini ve taktiklerini bugünden belirlemeye başlamalıdırlar.
Bu noktada geçen hafta BirGün’de yayınlanan iki yazıda konu hakkında çok önemli saptamalar ve öneriler yapıldığını anımsatmak isterim. Bunlardan ilki Kemal Ulusaler’in ‘Görünen köy ...’, diğeri ise Hocamız Korkut Boratav’ın ‘IMF’de değişik sesler mi’ başlıklı yazılarıdır. Ulusaler, Başbakan’ın ‘kamu bütçelerinin çevrilememesinden kaynaklanacak’ krizin yarattığı büyük bir telaş içinde ANAP’ın akıbetine uğrama belirtilerinden tedirgin olduğunu  söylerken, Hocamız IMF’nin yaklaşan tehlikenin farkına vararak sermaye hareketlerinin serbestliği ilkesine dayanan klasik politikalarından çark etmeye başladığı tespitini yapmaktadır. Bir başka deyişle, her iki yazar da, bizim burada vurgulamaya çalıştığımız gibi, sermaye cephesinde küresel kredi sisteminin tekrardan daralmaya başlamasıyla baş gösterebilecek yeni bir siyasi ve ideolojik kırılganlığın ön işaretlerini gözlemlemektedirler.
Bu bağlamda sürdürülecek olan sol içi tartışmalarda kapitalist kredi sistemi ve devlet borçlarıyla ilgili temel bazı gerçeklerin her zaman akılda tutulması gerekir. Dolayısıyla bitirirken önemli olduğunu düşündüğüm iki noktayı vurgulamak isterim. Birincisi, kapitalist kredi sistemi, emeğin sömürülmesi yoluyla zenginleşmeyi olası en yüksek düzeye çıkarabilmek için sürekli gelişen bir ‘kumarhane’ ve ‘sahtekârlık’ düzeneği olarak iş görür.[3] Kapitalist kredi sisteminin açmazlarını çözüp onu reform etmek demek, Marx’ın sözleriyle, bilerek ya da bilmeyerek ‘toplumsal serveti sömüren azınlığın sayısının gitgide azalmasına’ yardımcı olacak adımlar atmak demektir.[4] Son kriz de dahil olmak üzere kapitalizmin yakın tarihi bu gerçeği destekleyen zengin ampirik verilerle doludur. Bu asla unutulmamalıdır.  Bu anlamda solun görevi kredi sisteminin nasıl reform edilebileceği hakkında fikir üretmek değildir ve olmamalıdır. Bu işi ‘günahkârlara’ bırakmak gerekir.  İkincisi,   devlet borçları geniş halk kesimlerinin mülksüzleştirilmesini gizleyen kapitalist kredi sisteminin çok önemli bir parçasıdır. Yine Marx’ın sözleriyle, unutulmamalıdır ki devlet borçları ‘bir büyücü değneğinin dokunması gibi, kısır paraya üreme gücü kazandırır ve onu sermayeye çevirir.’[5] Dolayısıyla değersizleşecek olan devlet borç senetleri geniş halk kesimlerinin mülksüzleşmesi pahasına yoktan var edilmiş bir sermaye yığınıdır. Ve yaklaşan kriz bu yığının akıbetiyle ilgilidir. Sermayenin temsilcileri kriz derinleştikçe bu yığını kurtarmak amacıyla bütün halk adına konuşarak, kurtuluş reçeteleri ortaya atacaklardır. Aslında yapacakları tek şey kamu bütçesinde yeni düzenlemelerle yeni mülksüzleştirme icraatları olacaktır. Solun bu aşamadaki görevi, devlet borçlarıyla yaratılan sermayenin mülkiyetine ortak olmayan halka, batık devlet borçlarının mülkiyetini de kabul etmemeleri gerektiğini hatırlatmaktır.
Kısacası bırakalım sermaye cephesi ‘kutsal ruha’ karşı işledikleri günahlarıyla baş başa kalsın. Biz mi? Biz geriye kalanlara şöyle seslenelim: Gelin canlar bir olalım!

[1] Karl Marx, Kapital: Birinci Cilt, çeviren Alaattin Bilgi,
5. baskı, Sol Yayınları, Ankara, 1997, s. 718.
[2]    Karl Marx, Kapital: Üçüncü Cilt, çeviren Alaattin Bilgi,
1. baskı, Sol Yayınları, Ankara, 1978, s. 438.
[3]    Karl Marx, Kapital: Üçüncü Cilt, s. 469
[4]    A.g.e., s. 469
[5]    Karl Marx, Kapital: Birinci Cilt, s. 718-719.
=