Hacettepe Üniversitesi'nde anayasa ve siyaset teorisi ile insan hakları dersleri veren Prof. Mustafa Erdoğan, Taraf gazetesinden Neşe

Hacettepe Üniversitesi'nde anayasa ve siyaset teorisi ile insan hakları dersleri veren Prof. Mustafa Erdoğan, Taraf gazetesinden Neşe Düzel'e verdiği röportajda Ak Parti'nin 'açılım süreci'nin niçin çıkmaza girdiğini anlatırken; hükümetin, Kürt meselesini 'din kardeşliği' üzerinden çözmesinin mümkün olmadığını, bunun önündeki en önemli engelin de hükümet partisinin dayandığı muhafazakâr-mütedeyyin seçmen kitlesinin direnci olduğunu söylüyor. Ve burada Türkiye sosyolojisine ilişkin önemli bir saptamada bulunuyor Prof. Erdoğan. Erdoğan'a göre, din çok önemli bir kimliktir Türkiye toplumunun büyük bir çoğunluğu için, ancak diğer kimlik, kimliği, yani milliyetçilik, Türk milliyetçiliği "dini kontrol etmektedir" bu insanların yaşamında. Yani milliyetçiliği, Ak Parti seçmenlerini de kapsayan çok geniş bir nüfus parçasının 'din kardeşliği' üzerinden, 'din kardeşliği'nin yüzü suyu hürmetine Kürt halkının özgürlüklerini tanımasına fırsat vermeyecektir.
Evet, Türkiye Cumhuriyeti'nin resmi ideolojisi daha başından Türk etnik kimliğinin belirleyici olduğu, dönemlere göre yeniden üretildiğinde de milliyetçi belirlenimin hep aynı ağırlıkta kaldığı Türk-İslam sentezidir. Anayasa'daki tek etnisiteli, ırka dayalı vatandaşlık tanımı ile Türk-İslam sentezi birbirlerini karşılıklı desteklemektedir.
Bugün hükümetin ‘komşularıyla sıfır sorun' ilkesi ile tanımladığı dış politikası Doğu ve Ortadoğu’da din  referansıyla yürütülüyor gibi görünse de, aslında Türkiye'yi ‘subemperyalist’ bir güce dönüştürmeyi ya da bu konumunu pekiştirmeyi hedefleyen pasif-agresif bir çabadır bu. Türk-İslam sentezinin ‘kaçıncı baharı’ yani.
Bu subemperyal, görece mütavazı dış politika vizyonu, mesela Rum yurttaşlarımızın hak talepleri söz konusu olduğunda 'mütekabiliyet' kartını kendi yurttaşlarının suratına çarpmaya kalkacak kadar ırkçı bir temele dayanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti için dünyanın herhangi, özellikle gücünün yettiği bir ülkesinin Türk ve Müslüman vatandaşları kendi yurttaşlarından önceliklidir. Birkaç ay önce Mümtaz Soysal'ın önerdiği 'Kürt-Türkmen mübadelesi' bu devletin bilinçaltında değil, düpedüz gizli ajandasında, hadi ajandasında olmasın da 'diplomatik imgelem'inde hazır ve nazır bir çözüm yöntemidir.
Bu ırkçı, en hafifinden ultra-nasyonalist yaklaşım, yani devletin kendisine yurttaşlık değil de ırk ve din referanslarıyla 'illegal bir nüfus' oluşturması traji-komik durumlara yol açıyor. Kendi ülkesindeki 20 milyon Kürt yurttaşına anadilinde eğitimi yasaklarken, uluslararası alanda ve ikili ilişkiler çerçevesinde Köstence'deki Türk azınlık, Irak'taki Türkmen toplumu için diplomasi yürütmeye kalkışıyor. Yahu, baksanıza siz önce bir Romanya ya da Irak anayasalarına. Niye yoruyorsunuz kendinizi?
İşte pazartesi günü Yunanistan'dan da bir 'Türk açılımı'nın haberi geldi. Yunanistan Başbakanı Papandreu, Türkiye Başbakan'ı Erdoğan'a geçen hafta gönderdiği cevabi mektupta ifade ettiği "Müslüman vatandaşlarımızın sorunları dış politika konusu değildir ve İçişleri'ni ilgilendirir" anlayışı doğrultusunda Batı Trakya Türk azınlığını diplomasi masasından çekti. Artık Türk-Müslüman Yunanistan vatandaşlarının sorunları İçişleri Bakanlığı'nı ilgilendirecek, bugüna kadar olduğu gibi Dışişleri'ni değil. Bu arada Batı Trakyalı çocuklar için iki dilli anaokulları açılacakmış.
Tabii, bu bahsettiğimiz 'ırk ve din temelli illegal nüfus' anlayışı devlet katında kalsa yine o kadar üzülmeyeceğiz de, medyada da bu böyle ki, nasıl farklı olması beklenebilirdi zaten?
Pazartesi günü Barış ve Demokrasi Partisi, Birinci Olağanüstü Büyük Kongresi'ni yaptı. Bu parti, herhangi bir parti değil. Bu ülkedeki milyonlarca Kürt yurttaşımız ve Türkiye demokratları, barış yanlıları ve emekçileri için hayati önemde. Ne diyeceklerinin, ne önereceklerinin uzun erimli etkileri olacak bu ülke için. Olabilir. Ama hayır, televizyonlarda o saatlerde bu kongreden sadece kısa, 'yasak savma', hatta 'yasak, yeni yasaklar getirme' haberleri, bültenlerin ortalarında bir yerlerde.
Sıra ve zaman önceliği elbette Batı Trakya Türkleri'ne ve bir de BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun'un Hristofyas ile Talat arasındaki görüşmelere destek vermek için Kıbrıs'a yaptığı ziyarete veriliyor.
Akşam olduğunda da Türk-İş Başkanı yetkili bakanlarla yaptığı görüşmeden çıkıyor ve hükümetle TEKEL işçilerinin talepleri konusunda bir uzlaşmaya varılamadığını söylüyor.
Beklendiği gibi.
İşçiler direniş çadırlarından birinin kapısına “Sayın Başbakanım, biz halk değilsek neyiz acaba?” diye bir pankart asmışlar.
Onlar direnişe geçtiklerinden beri bu devletin 'illegal nüfus sayımı'nın, devletin ve elbette hükümetin ‘vizyonel Türk nüfusu’nun dışında kaldılar. Kalmışlardı.