Google Play Store
App Store

Bugün açığa çıkan yapısal problemlerin altında yatan temel, ikinci dünya savaşından bugüne sağ iktidarlar eliyle uygulanan emperyalizme bağımlı politikaların kendisidir. Geniş emekçi kesimler lehine bu krizden çıkış ancak antiemperyalist ve kamucu politikalarla mümkündür.

Devrimci demokratik Cumhuriyet

Levent Hekim

Bugün yaşadığımız şey; Cumhuriyet değil. Cumhuriyet’in kuruluşunun 98. yılı. 100. yılına iki kala düzen içi kesimlerin Cumhuriyet’e yüklediği anlamlarda farklı düzlemlerde kendisini ifade ediyor. İktidar bloku 100. yılında tek adam rejimini kalıcı hale getirerek, yeni rejimin simgesel kurucu figürü olma hayalleri kuruyor. Diğer taraftan düzen içi muhalefet ise kurucu felsefesinden çoktan kopmuş, bir avuç azınlığın çıkarlarını savunan bir muhtevaya bürünmüş Cumhuriyet hayaletine sarılıyor. Gerçek manada geniş emekçi halk kesimlerin istek ve özlemlerine yanıt verecek bir cumhuriyet tek adam rejiminden kurtulmayı önceler. Bu ehveni-şer bir biçimde AKP öncesi dönemi olumlamak manasına gelmez. Bu bağlamda tüm ezilen kesimlerin; bağımsız, laik, demokratik cumhuriyeti olarak, geniş emekçi halk kesimleriyle birlikte kurulmak zorundadır. Bugün savunulacak bir Cumhuriyet yok, Cumhuriyet’in başlangıç muhtevasını da aşan devrimci demokratik bir Cumhuriyet’in kurulmaya ihtiyacı var.


Bağımsızlık temelinde yeniden

AKP, Türkiye’nin soğuk savaş sonrası emperyalist-kapitalist yeni dünya düzenine eklemlenme sürecini tamamlama misyonuyla iktidara geldi. ABD’nin Ortadoğu coğrafyasını küresel sermayeye açma politikaları çerçevesinde ortaya attığı BOP’nin eş başkanlığı misyonuyla, siyasal İslamcı kuşağın hem rol modeli hem de emperyalizm adına hamisi olma görevini üstlendi. Bu bağlamda 20 yıllık iktidarı boyunca Suriye’den, Libya’ya emperyalist güçlerin istekleri çerçevesinde İslamcı ve yayılmacı politikalar izledi. Biden öncesi dönemde ABD ve Rusya arasında gelgitler şeklinde sürdürdüğü politikalar, ABD ve NATO’nun Çin ve Rusya’yı çevreleme politikaları çerçevesinde boşa düştü. Bu bağlamda her geçen gün kan kaybeden ve kullanım ömrünü tamamlayan tek adam rejimi, iktidarını sürdürmek için taşeronluğa hazır bir şekilde, Biden’ın kendisiyle görüşmeyi lütfetmesini bekliyor.

Sermayenin sınırsız sömürüsü önündeki engellerin ortadan kaldırılarak, geniş kesimlerin yoksulluk ve yoksunluğa mahkûm eden neoliberal dönüşüm programı AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne kesintisiz bir şekilde uygulandı. Kamusal tüm alanlar sermayeye peşkeş çekilirken, bir avuç sermaye ile emekçi halk kesimleri arasındaki uçurum gittikçe derinleşti. Geldiğimiz aşamada uygulanan bu politikalar, emperyalist-kapitalist sistemin kriziyle iç içe geçerek ekonomik krizi derinleştirdi. Bu krizden çıkışa yönelik muhalefet partilerinden gelen öneriler ise kısmi bir tadilatın ötesine geçemiyor. Hemen her kesim tek adam rejimi sonrasına dair tutum alıyor. Bu bağlamında Millet İttifakı, diğer muhalefet partileri ve sermaye kesimlerinin açıkladığı program ve tutum belgeleri hemen hemen aynı paralellikte geniş kesimlerin özlem ve taleplerinden çok uzak bir muhtevaya sahip. TÜSİAD’ın son günlerde açıkladığı “Geleceği İnşa Raporu” 2002-2007 döneminde uygulanan neoliberal politikalara dönüşe işaret ediyor. Buna paralel “Merkez Bankası” faiz yükseltme kararına verilen tepkilerden de görüldüğü üzere muhalefet partileri ise krizin nedenini emperyalist sistemin kendisinde değil, kuralsız uygulamalarında görüyor. Çıkış için oyunun kurallı oynanmasını talep ediyor.

Bugün açığa çıkan yapısal problemlerin altında yatan temel, İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne sağ iktidarlar eliyle uygulanan emperyalizme bağımlı politikaların kendisidir. Geniş emekçi kesimler lehine bu krizden çıkış ancak antiemperyalist ve kamucu politikalarla mümkündür. Bu bağlamda kimsesizlerin kimsesi bir cumhuriyet ancak tam bağımsızlık temelinde yeniden kurulabilir.

Laiklik temelinde yeniden

Cumhuriyet’in temel dinamiklerinden birisini teşkil eden laiklik neredeyse yarım asırdır uygulanan özel harpçi sağ politikalarla iğdiş edildi. Soğuk Savaş’ın komünizmle mücadele konseptine bağımlı bir şekilde yeşil kuşak, ılımlı İslam projeleri ve darbeler eliyle cemaat ve tarikatların önü açılarak kamusal ve siyasal alana bu gerici yapıların nüfuz etmesi sağlandı. AKP döneminde ise bu süreç hızlanarak devam etti. Tarikat ve cemaat ağlarıyla hem siyasal hem de sosyal alan dini referanslar çerçevesinde dönüşüme uğradı. Hukuktan, güvenlik aygıtına tüm alanlara bu yapılar dolduruldu. Yaşanan fiili durumun sadece meşruiyetini kaybeden iktidar blokunun, yeniden meşruiyet sağlamak için din olgusunu öne çıkardığı basitliğinde ele almak eksik olur. Devletin ideolojik bir aygıtı olan Diyanet, yönetim aygıtını belirleyen bir pozisyona yerleşmiş görünüyor. Ayasofya’nın açılışında Diyanet Başkanı’nın elinde ki kılıç iktidarın kaynağını kutsal alana sevk eden ve bu bağlamda dünyevi egemenliğin yerine dini bir egemenlik nosyonu işaret eden bir simge görevi de görüyor. Ali Erbaş’ın geçtiğimiz günlerde kamuoyunda sıkça laiklik karşıtı ve yurttaşlık yerine kulluğu yerleştiren söylemleri bunun işaretlerinden birisi. Uç noktada ülkenin Diyanet vesayeti ile yönetildiği söylemek abes olmaz. Bu bağlamda Türkiye; tek adam rejimi yetkilerine dayanarak fiili şeriat rejimine dönüştürüldü ve Cumhuriyet’in 100 yılında iktidar bloku bu durumu kalıcı hale getirmek istiyor.

Diğer yandan muhalefet bloku bu tehlikeye karşı laikliği es geçer bir tavır takınıyor. Ya da siyasal alan es geçilerek sivil toplum alanında din ve vicdan özgürlüğüyle sınırlı bir laiklik anlayışına atıf yapıyor. Siyasal alanın tüm cemaat ve tarikat ağlarından temizlenmesini önüne koymayan bir anlayış, dinci gerici dönüşümü tersine çevirecek bir muhteva sahip olamaz. Ülkenin dinci gerici bu ablukadan kurtuluşu ancak gerçekten dinin siyasal ve sosyal alandaki hegemonyasını yok edecek bir laiklik savunuyla mümkündür. Devrimci bir Cumhuriyet yeniden bu temelde kurulabilir. Bugünkü mevcut düzenin demokrasiyle hiçbir ilişkisi kalmadı. Yürütme erki, parlamentoyu devre dışı bırakarak kendisini tek temsilci konumuna yükseltti. Kuvvetler ayrılığının dahi ortadan kalktığı ve tek adama bağlandığı bir sistemle karşı karşıyayız. Bir kişinin iradesini ulusal irade adı altında tüm ülkeye dayatması, monarşide var olan tek adam egemenliğinin ulus egemenliği kılıfı altında yeniden tesis edilmesinden başka bir şey değildir. Bu tek adam rejimine karşı, eski parlamenter sistemi demokrasi adına savunmak demokratik bir geçiş için yeterli değildir. 12 Eylül sonrası şekillenen sistem, yasama karşısında yürütme erkinin güçlendirildiği, siyasi partilerin temsiliyetinin tek adama sıkıştırıldığı karakteriyle de demokratik bir muhteva içermediği bir gerçek. Eski parlamenter sistemin demokratik anlamda bu arızalı yanları tek adam rejimine giden sürecin önünü açtığını da söyleyebiliriz.

Halk egemenliği olarak bilinen ve temsil sistemine dayanan liberal egemenlik nosyonu da geniş kesimler açısından ciddi bir kriz yaşıyor. İktidarının kaynağını halka dayandıran ancak kullanımını temsilcilere bırakan bu sistem geniş kesimler açısından demokratik bir muhteva içermiyor. Bu anlamda demokratik bir Cumhuriyet, iktidarının kaynağının ve halkın kendi örgütleri ve temsilcileriyle devlet yönetime doğrudan katıldığı uygulamasının halkın elinde olduğu halk iktidarı ile gerçekleşebilir.

Her yerinden lime lime dökülen tek adam rejimden kurtuluş var olanlar arasında bir tercihle mümkün değildir. Kurtuluş radikal anlamda yeni bir politik temel kurma cüreti ile geçekleşebilir. Bu bağlamda bağımsızlık, laiklik ve gerçek bir demokrasi temelinde devrimci, demokratik bir Cumhuriyet için mücadele etmeye, kurucu bir irade göstermeye ihtiyaç vardır.