Dilin ve hafızanın yok oluşu üzerine bir sorgu
Carlos Fonseca ikinci romanı Cenup’ta aile hatıralarını, Amerika yolculuğundan anekdotları ve görüntüleri kullanarak, oyunbaz ipuçlarıyla romanı inşa ederken Latin Amerika’nın acı dolu tarihini yeniden yazıyor.
İLKE KAMAR
Carlos Fonseca’nın, Hayvan Müzesi’nden sonra Türkçe’ye çevrilen ikinci romanı Cenup, Latin Amerika’da var olmanın ne demek olduğunu bize hatırlatırken başka coğrafyalarda yaşanan benzer sorunları da düşünmemizi sağlıyor. Üç ana karakterin hikâyesi üzerine kurulu roman, dillerin ve hafızanın kaybının acısına odaklanıyor. Anlatıda yer alan ve incelikle örülen görseller ise, hikâyenin içinde olan gizli anlamı birbirleriyle ilişkilendirerek ortaya çıkarıyor demek mümkün. Cenup, aynı zamanda küreselleşen dünyanın yarattığı ve yaratmaya devam edeceği kimliksizleştirilme politikalarını da sorguluyor. Yazar bunu yaparken bizleri Guatemala’nın harap olmuş topraklarından, Nietzsche’nin kız kardeşi tarafından Paraguay’da kurulan Yahudi aleyhtarı komün ‘Yeni Almanya’ya’, Peru’ya Amazon’a kadar taşıyor. Fonseca’nın ‘güneye’ olan bu yolculuğu sömürgeciliğin geçirdiği tarihsel evrimi, yabancı düşmanlığının köklerini de görünür kılıyor.
Cenup’ta hikâye ABD’de bir üniversitede edebiyat profesörü olan Julio Gamboa’nın aldığı bir mektupla başlar. Bu mektupta üniversite yıllarından sevgilisi Aliza Abravanel’in öldüğünü öğrenir. Aliza ile kısa süren bir beraberlik yaşasa da Julio, ilişkinin izleri yaşadığı hayatı sorgulamaya götürecek kadar güçlü yaşanmışlıklarla doludur. Oysa görünürde Aliza ile yaptıkları sadece Güney Amerika seyahatidir. Julio Gamboa bu seyahati yarıda kesmiş ve daha sonra da yeni bir hayata başlamıştır. Başlarda her şey yolunda gibidir. Geçmişi geçmişte bırakmış, bugünü yaşıyor ve yarını da planlıyordur birçok insan gibi. Ama böyle sürüp gitmez. Gelen mektup, tüm zamanları bir yerde buluşturma sürecini de başlatır. Aliza Abravanel’in yardımcısının yazdığı mektup eski bir sevgilinin, dostun ölüm haberini vermek için yazılan mektup değildir, bir vasiyeti de içerir.
Arjantin’in kuzeyinde Humahuaca’daki bir sanatçı komününde yaşayan Aliza, doğanın elementlerini konu alan romanının son cildinin editörlüğünü ölmeden önce, bilinci yerindeyken Julio’nun yapmasını ister. Hafızasını kaybetmekte olduğunu görür görmez önlemini almıştır. Bu son istek karşılık bulur. Julio Gamboa modern bir hayatın ortasından, binlerce kilometre uzaktaki Humahuaca’daki komüne varır. Aliza’nın vasiyetini yerine getirmek yani romanı tamamlamak için kısa sürede onun notlarını okumaya başlar:
“Bir gün önce elyazmasının ilk sayfalarını okurken nihayet Aliza’yı görür gibi olmuştu; kişiliğindeki öfke cümlelere nefes aldırmayan tekrarlarla metnin ritmini belirliyor, anlatıyı sırf yankılamalarla ilerletiyordu. Bu punk üslup ne Bukowski’den, ne Burroughs’dan ne de Kerouac’tan esinlenmişti -Abravanel yazarlığının ilk yıllarında, Julio’nun kendini arayıp bulamadığı otobiyografik romanlarda taklit etmişti onları-; ilham kaynağı daha ziyade çok önceleri okuyup yıllarca unuttuğu, ama sözleri kaybetmeye başlar başlamaz okumalardı. Faulkner’a, Onetti’ye, Celin’e yakın bir üsluptu…”
İşte bu notlarla okuyucunun ve Julio’nun da gerçek seyahati başlar. Yeni hikâyenin yazarı Alice’dir. O bizi 19’uncu yüzyılda Paraguay’da kurulan Yeni Almanya komününün yıkıntıları arasına götürür önce. Nietzsche’nin kız kardeşi Elizabeth Förster Nietzsche bir yerli topluluğunun son ferdi Yitzhak Abravanel ile tanıştırır. Yitzhak Abravanel yerli topluluğun dilini bilen -ama konuşmayan- son kişisidir. Ve bir antropolog olan Karl-Heinz von Mühlfeld’in, bu dili kurtarmaya adama hikâyesiyle geçmiş günlerin tortusu sanki yeniden aramıza döner. Dahası 1982 Guatemala soykırımından kurtulan ve savaşın tramvaylarını kurduğu ‘Bellek Tiyatrosu’ ile kurtarmaya çalışan Juan de Paz Raymundo ile karşılaşırız.
Carlos Fonseca’nın bir arkeolog gibi geçmişi katman katman kazıması olanları anlamak için Julio ve okuyucu için de zor bir süreç yaratıyor. Bir de buna Fonseca’nun roman kurgusu eklenince iç içe geçmiş birden fazla romanla karşılaşıyoruz sanki. Cenup, çok hikâye ve karaktere büründürmüş bir roman. Latin Amerika tarihindeki egemen ideolojinin yaşattığı tahribatı gösteren notlar, ses kayıtları, fotoğraflar aracılığıyla kıtanın bellek kaydını tutuyor adeta. Yerli halklara yönelik acımasız uygulamaları, sömürgeleştirme sürecinde sergilenen politikaları çok sesli anlatıma olanak tanıyarak çoklu hikâye anlatımını özenle sergiliyor yazar. Bununla birlikte kaybolan hatıraları teknik inceliklerle birleştirerek uzun soluklu bir belgesel gibi irili ufaklı duraklarla ana hikâyeye götürüyor okuyucuyu. Romanın kurgusunda her konunun diğerini açımlamasıyla belli bir düzeni ve hiyerarşiyi de kesintiye uğratıyor yazar. Sözcükler imgeler yoluyla kayıpları, anıları bellek yoluyla aşamalı olarak yeniden oluşturuyor.
“Julio otobüsün penceresine yaslanmış, manzaradaki değişimleri seyrederek oyalanıyordu; başlangıçtaki rengârenk dağların yerini fil kaktüsü ormanları aldı; son olarak da tuzlaya yaklaştıklarını haber veren çalılar boy gösterdi. “Bunlara titreten denir”, dedi oralı bir delikanlı, sonra da yörede pek az hayvan yaşadığını toprağın birleşimi yüzünden çalıların son derece zehirli olduğunu açıkladı. “Bazen köpekler şaşırıp yiyor, tir tir titremeye başlıyorlar zavallıcıklar” diye ekledi. Delikanlının sözleri Humahuaca’dan yola çıktığından beri yaşadığı duyguyu anlamasına yardımcı oldu: manzaradaki değişimlerin Aliza’nın kitabını yavaş yavaş boşluğa sürükleyen dönüşleri taklit ettiği izlenimi. Öyküdeki her şeyin giderek çöle dönüştüğü sezgisi, diye düşündü Julio.”
Büyük bir labirent etkisi
Uygarlığın geçmişinin düz çizgisel sayılamayacak serüveni, romanın kurgusunda da farklı geçişlerlerle karşımıza çıkarak büyük bir labirent etkisi yaratıyor demek mümkün. Yazarın açık etmeden ilerlettiği farklı hikâyeler dönüşerek asıl hikâyeye eklenip romanın işlevini de yerine getirebiliyor. Anlatı karşılıklı ve ortaklaşa sorgulama, düşünme zeminini içinde barındırıyor: “Sürekli kendini üstlenecek yeni bir anlatıcı arayan olaylar örgüsü” ile karşılaşıyoruz. Fonseca romanda kuralsız ilerlerken bir oyunun içine bizi çekiyor. Böylelikle anlatı romanın sonuna kadar sınırları zorlayarak karmaşık ve çok katmanlı okumalara açık hale geliyor. Yazar aile hatıralarını, Amerika yolculuğundan anekdotları ve görüntüleri kullanarak, oyunbaz ipuçlarıyla romanı inşa ederken Latin Amerika’nın acı dolu tarihini yeniden yazıyor.