Direnişin şiiri: Dudağım politik

ELİF ÜLKÜ 

“Dilim eşkıya benim” diye yazıyor Okan Yılmaz Everest’ten çıkan üçüncü şiir kitabı dudağım politik’te. yeniay mahvı ve bu senin devrimin isimli ilk iki kitabından tanıdığımız cesur ve politik ses daha da güçlenmiş bu kitabında.  

Yılmaz şiirlerinde Öteki’nin ağzından konuşuyor hep; “sanki annemi değil de/ memleketi tekmeleyip doğmuşum” diyor “sana karnımdan âşığım" da. Kimlik, beden ve cinsiyeti ötekileştirme için malzeme edinen muktediri karşısına alıyor, dünyanın dilini herkesi kucaklayacak şekilde genişletmeye çalışıyor. Direnişinin risklerini de göz ardı etmiyor üstelik. “asılacaksam asılırım/ genişlesin tüm dillerin/ itiraf eklerine doğru/ genişlesin omuzların/ doğunun ve devrimlerin/ en kanlısı cumhuriyetimizde” diye yazıyor daha kitabının en başında. 

Dil, cinsellik, kimlik ve isyan 

Şairin hayal ile gerçek arasındaki bulanık sınırlarda gezindiği toplam 14 şiir üç bölümde örgütlenmiş, sırasıyla «yek hebû yek tune bû,” “yok” ve “var.” İlk bakışta bir sevgiliye yazılmış; aşkı, bedeni ve cinselliği öne çıkaran queer şiirler bunlar. ‘Ben’ anlatıcının kim olduğu çok açık değil, bir aşık, asker, büyücü ya da günahkâr diyemiyoruz ona.  Sanki belli noktalarda yön değiştirerek bir ağızdan diğerine geçiyor şiir, fakat akıcı bir okuma sırasında bu değişimin nerede olduğunu ayırt edemiyoruz. Öznelerin sözün müphemliğinde değişebildiğine ve yer değiştirebildiğine tanık oluyoruz. 

Anlatıcı ‘ben’ kim olursa olsun kendisinden, bedeninden, dilinden asla utanmıyor. Uluorta kahkaha atmaktan, topuklarını yere vurmaktan, yürürken saçlarını savurmaktan, dilindeki sözcükleri bir cephane olarak kullanmaktan çekinmeyen bir diva edasıyla yazıyor. Şiiri cesur, şehvetli ve davetkar. “ağdam da gelmiş sakalım da,” diyor «sana karnımdan âşığım»da. “keşke geçseydin tüm sınırlarımdan/ ilk sevişmenin ardından büyük kalbin ortasından/ kahkahamdan en şen kahkahamdan/ ama aslında ve hep sil baştan ahlakın batsından” diye yazıyor “küçük burjuva” adlı şiirinde.  

Bu anlamda okuruna nadir bulunacak türden queer bir deneyim sunuyor Okan Yılmaz. Kategorize edilmeye direnen bedenlerle, katilini ahlaksızlığa çağıran kurbanlarla, göktekinin yasak ettiği türlü günahla okurunun karşısına dikiliyor ve ona kim olduğunu soruyor. Dilin, kimliğin, inanışın ve cinsiyetin her halini şiddetsiz ve meraklı bir yönelimle kapsayabilecek, yaratılıştan beri anlatılagelen şehvet ve nefret mitlerine karşı uyanık kalabilecek okuyuculara konuşuyor. 

Yılmaz bunu yaparken Kürt, Türk, Yunan mitolojilerinden, kutsal kitaplardan ve tarihten onlarca figür ve mekânı şiirine çağırıyor. Şahmeran ve Lilith, Şehrazat ve Hürrem, Aynur Doğan ve Patricia Kaas, Orpheus ve Hz.Lut, Nurhak ve Kerbela temsil ettikleri tüm çağrışımlar ile yan yana diziliveriyorlar. Bu çeşitliliğin içindeki akrabalıkları araştırıyoruz şairle birlikte - şehveti, isyanı, öldürmeyi, öldürülmeyi, günahı, ihaneti, ötekileştirmeyi. Bu hikayelere inanıp inanmamamızın artık önemi kalmıyor, çünkü şair insanlığın bu hallerinin sokakta, işte tam şu anda yaşandığına işaret ediyor. 

Yılmaz’ın direniş çağrısı tam da bu kavrayış anından, içinde olduğumuz anlatının diğerlerine benzerliğinden ve fakat hala değiştirilebilir olmasından hareket alıyor. “edilmeler değil etmeler olsun kaderin,” diye yazıyor “seni vermem saraylara” isimli şiirinde. Kadın, queer ve azınlıklara karşı daha az şiddet istiyorsak, hikayemizin sonunu değiştirmek için harekete geçmeye teşvik ediliyor ve sözün, sevişmenin, kendi olmanın ve başkalarına alan açmanın mümkün kılacağı değişimi okuyoruz: “biraz da kendimizden konuşalım/ kendi tarihimizden/ zeval bulacaksın belki/ belki kalbin duracak/ kanında ar dolanacak/ düşünsene sevgilim/ biraz da bunlardan konuşursak/ o devletin yıkılacak”  

Faşizme, edilgenliğe, ötekileştirmeye ve şiddete karşı bir gövde gösterisi, dudağım politik. Esnekliği, zenginliği, umudu, arsızlığı ve cesaretiyle bütün hikâyeleri duymaya, anlatmaya ve değiştirmeye hazır.