ABD ve AB ile yaşanan sorunlarda, hiç kuşkusuz AKP’nin 2002 sonrasında muhaliflerine yönelik Batı ve Cemaatle birlikte kullandığı yöntemlerin, şimdi kendisine karşı kullanıldığı endişesi ve paranoyası var

Dış politika cephesinde değişen bir şey yok: Çaresizlik ve sıkışmışlık

BEHLÜL ÖZKAN

Türkiye dış politikasında son dönemde yaşanan ani dönüşleri bırakın anlamayı ve anlamlandırmayı, takip etmek bile zorlaştı. Suriye, İsrail, Rusya, AB ve ABD olmak üzere, iktidardan dış politikaya dair çelişkili açıklamalar ardı ardına geliyor. 2012’de “İsrail bir terör devletidir” tanımı kullanılırken, 2016 yılının başında “bizim de İsrail’e ihtiyacımızın olduğunu kabul etmemiz lazım” açıklaması yapıldı ve İsrail ile diplomatik ilişkiler normalleştirildi. Kasım 2015’te Türkiye Kore Savaşından bu yana ilk defa bir Rus savaş uçağını düşüren NATO üyesi oluyordu. O dönem Ankara “Rusya’nın Suriye’de ne işi var? Irak’ta ne işi var?” diyerek, Moskova’nın Ortadoğu’da artan askeri varlığına, Türkiye’nin çıkarlarına zarar verdiği gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Aradan 7 ay geçti ve uluslararası ilişkiler literatürüne girecek keskin bir dönüşle, Türkiye düşürdüğü Rus savaş uçağı nedeniyle Kremlin’den özür diledi. Dahası Cumhurbaşkanı Erdoğan Rus resmi televizyonuna verdiği mülakatta Ortadoğu’da terörle mücadelede Rusya ile birlikte hareket etmenin önemine vurgu yaptı: “Saygıdeğer kıymetli dostum Putin’in bu konuda desteğine ihtiyacım var.” 15 Temmuz darbe girişiminin hemen sonrasında Bakan Süleyman Soylu “darbenin arkasında Amerika Birleşik Devletleri var” derken, Başbakan yardımcısı Numan Kurtulmuş “ABD yönetiminin darbe ile bağlantısının olduğunu düşünmüyoruz” açıklamasıyla kabine arkadaşının tam zıddı bir konum alıyordu. Önceleri birkaç yıl, daha sonra birkaç ay içinde yaşanan bu u-dönüşlerinin süresi, son dönemde birkaç güne kadar inmiş durumda. Cumhurbaşkanı Erdoğan 29 Kasım’da Suriye’de düzenlenen Fırat Kalkanı isimli askeri operasyona yönelik olarak “Devlet terörü estiren zalim Esed’in hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik, başka bir şey için değil” dedi. Suriye hava sahasını kontrol eden Rusya’nın onayıyla Fırat Kalkanı’nın gerçekleştiği bilinirken, dahası Türkiye’nin Halep’teki cihatçı gruplara desteğini keseceğini garantisi etmesinin ardından Moskova’nın bu operasyona yeşil ışık yaktığı ortadayken, Ankara’nın Suriye’de rejim değişikliğine yönelik arzusunun devam ettiğini gösteren demeçler Putin yönetiminin tepkisi çekti. Ardından Suriye hayallerinin Kremlin’in duvarlarına çarparak gerçeğe dönüştüğünü gördük. Esad’ı devireceğiz çıkışından hemen iki gün sonra 1 Aralık’ta yine Erdoğan’dan “Fırat Kalkanı operasyonunun hedefi de herhangi bir ülke veya kişi değil, sadece terör örgütleridir. Defalarca dile getirdiğimiz bu hususta hiç kimsenin şüphesi olmasın, söylediklerimizi de kimse başka bir şekilde yorumlamasın, başka yere çekmesin” demeci geldi. Belli ki bunun Putin’i tatmin etmediği düşünülmüş olacak ki, Başbakan Binali Yıldırım Moskova’da “Fırat Kalkanı operasyonunun, Halep’te yaşanan gelişmelerle ve Suriye’de yönetim değişikliği yapılmasıyla hiçbir ilgisi yok” dedi.

Tüm bu gelgitler, çelişkili açıklamalar, bir gün dediğini ertesi gün inkâr etmek ne anlama geliyor? Yaşanan u-dönüşlerinin biri dış politika, diğeri de iç politikayla ilgili iki temel dinamiği var. Öncelikle AKP’nin Batılı müttefikleriyle yaşadığı derin krizden çıkış yolu bulamadığının altını çizmek gerekiyor. Üstelik bunun Siyasal İslam’a Batı’nın yaklaşımında gerçekleşmeye başlayan değişimle de yakından ilgisi var. İç politikayla ilgili olan dinamikse, AKP’nin 2002’den bu yana dış politikayı içerideki iktidar mücadelesinde bir manivela olarak kullanması. Yani tüm toplumun çıkar ve güvenliğini ilgilendiren, partiler üstü bir anlayışla yaklaşılması gereken dış politika meselelerinin, sadece AKP’nin çıkarları doğrultusunda ele alınması. Siyasal İslam’ın iktidarında Türkiye dış politikasını yönlendiren bu iki dinamiğe yakından bakalım.

Soğuk Savaş devletinin iktidar ortağı: Siyasal islam
21 Ağustos 2016’da BirGün’deki yazımda Soğuk Savaş döneminde İslamcılığın Türkiye’de örgütlenmesini yazmıştım. İslamcıların “mağdur” ve “mazlum” oldukları yönündeki iddialarının tersine, Türkiye devletinin Soğuk Savaş yapılanması içinde Siyasal İslam sola karşı verilen mücadelede önemli bir misyon üstlendi. İslamcılar “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” yakınmalarını yanlışlar biçimde, iktidar yapılanması içinde önemli konumlara geldiler. 1960’lardan itibaren yükselen sola karşı panzehir olarak kullanılan İslamcılık devlet tarafından desteklenerek, iktidar nimetlerinden faydalanması sağlandı. Öyle ki 1970’lerde İçişleri ve Adalet Bakanlıkları gibi kritik konumlara MSP’li siyasetçilerin gelmesi, Soğuk Savaş yapılanması içinde kullanışlı görüldü. Ancak devlet ve İslamcılık arasındaki sol karşıtlığı üzerinden kurulan ittifak, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sona erdi. 1990’lı yıllara gelindiğinde artık İslamcılık; tüm devlet kurumlarında örgütlenmiş, holdingleşmiş cemaatler yapısıyla muazzam bir iktisadi güç olarak iktidarı paylaşmak yerine tamamına talip olan bir siyasi güçtü. 1990’larda Siyasal İslam’ı tehdit olarak değerlendirmeye başlayan yargı ve askeri bürokrasinin tasfiye edilmesi, bunun için de dış ittifakların, özellikle de ABD ve AB’nin desteği İslamcılığın “yenilikçi” kanadı tarafından elzem olarak kabul edildi. 28 Şubat darbesi ve ardından Refah Partisi’nin kapatılarak AKP’nin kurulmasına giden yolda, yenilikçi kanat Milli Görüş gömleğini çıkartıp Batıyla ittifak kurarak iktidar merdivenlerini tırmanmaya başladı.

Dış politikada arayışlar
Aynı dönemde Türkiye’nin Batıya tek yanlı bağlılığının sorgulandığı, Soğuk Savaştakine benzer bir ilişkinin artık devam edemeyeceğini, dış politikada yeni arayışlara girilmesi gerektiği dillendiren farklı sesler duyulmaya başlandı. 1997-2002 arasında Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İsmail Cem, Türkiye’nin Batı kadar Doğuya da yönelmesi gerektiğini söylüyor, çevre bölgelere yönelik bağımsız politikalar geliştirerek “dünya devleti” olunmasını hedefliyordu. Ulusalcı çevrelerde ve TSK’nın bazı üst düzey kadrolarında ise Avrasyacılık adı altında, Batı ile ilişkileri sorgulayan alternatif dış politika arayışları ortaya çıktı. 2002’de MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç AB’den en ufak bir yardım görmediğimizi söyleyerek, «Türkiye›nin, Rusya ve İran›ı da içine alacak şekilde bir arayışın içinde olmasında fayda buluyorum» demesi bunun zirvesi oldu.
AKP’nin 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye dış politikasında bu arayışların sona erdiği, ABD ve AB ile koşulsuz yakınlaşmanın başladığının altı çizilmelidir. 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD İslam dünyasında yükselen köktendinci akımlara karşı, serbest piyasa ekonomisini benimseyerek neo-liberalizmi içselleştirmiş, seçimler yoluyla iktidara gelen AKP’yi Ortadoğu ülkeleri için “model” olarak değerlendirdi. Batının ılımlı İslam modeli olarak AKP’yi desteklediği bu yaklaşımı Erdoğan, iç politikada fırsata çevirdi. AKP, iktidarını perçinlemek için tasfiye etmesinin kaçınılmaz olduğunu düşündüğü ve üstelik Batıyla ilişkileri de sorgulamaya başlayan askeri ve yargı bürokrasisine, cumhuriyetçi laik elitlere karşı kumpas davaları da dâhil olmak üzere giriştiği mücadelede Batının tam desteğini aldı. 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, 2008 AKP’ye yönelik kapatma davası, ardından gelen Ergenekon ve Balyoz operasyonlarıyla iktidar mücadelesinin kazananı Siyasal İslam oluyordu.

Paranoya ve endişeler: bizle oynadıkları oyunu, bize karşı oynuyorlar
Yalçın Akdoğan tarafından milli orduya “kumpas” olarak tanımlanacak bu sürecin sonunda AKP içeride iktidarını otoriter yöne kaydırırken, dış politikada Batıyla ilişkilerinde sorunlar yaşamaya başladı. Arap İsyanlarıyla birlikte Ortadoğu’da radikal örgütlerle ilişkiler geliştiren AKP, ABD’nin düşündüğü ılımlı İslam modelinden farklı bir yöne kaydı. ABD’de AKP’ye yönelik eksen tartışmalarının bu bağlamda başladığını hatırlatalım. Özellikle de Suriye’de yaşanan iç savaşta AKP’nin Nusra Cephesi gibi radikal örgütlere yaklaşımının, mülteci meselesini AB’ye yönelik tehdit olarak kullanmaya başlamasının da altını çizmek gerekir. Bugün gelinen noktada ABD ve AB Türkiye’deki iktidarla ciddi sorunlar içinde. Batının AKP’ye karşı elinde ciddi kozlar olduğunun Ankara da farkında. AKP, ABD’nin Gülen Cemaatiyle kurduğu yakın ilişkileri ve Zarrab davasını, kendisini devirmeye yönelik girişimler olarak değerlendiriyor. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “yargılanan Rıza Sarraf mı, yoksa Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan mı, yoksa Emine Erdoğan mı belli değil” açıklaması, bunun en üst seviyeden dile getirilmesiydi.

ABD ve AB ile yaşanan sorunlarda, hiç kuşkusuz AKP’nin 2002 sonrasında muhaliflerine yönelik Batı ve Cemaatle birlikte kullandığı yöntemlerin, şimdi kendisine karşı kullanıldığı endişesi ve paranoyası var. Havai fişeklerle kutlanan AB adaylığının alınmasıyla birlikte, Türkiye ekonomisi ve siyasetinin AB’ye demirlenmesi, ülkeye dış sermaye ve sıcak paranın adeta oluk oluk akmasını sağlamıştı. Ancak hukukun üstünlüğünün ortadan kalktığı, gazetecilerin tutuklandığı, şirketlere el konulduğu, belediyelere kayyum atandığı, muhalif siyasetçilerin tutuklandığı, otoriterleşen ve AB yörüngesinden çıkan bir Türkiye’nin yabancı yatırımcıları ürkütmesi neticesinde ekonomi ciddi sarsıntılar yaşamaya başladı. Bu dönemde Türkiye’nin adaylığını dondurmanın, ekonomideki gidişatı içinden çıkılamaz hale getireceğinin hem Ankara hem de Brüksel farkında. Brüksel bu kozu kullanır mı sorusu ortada duruyor.

dis-politika-cephesinde-degisen-bir-sey-yok-caresizlik-ve-sikismislik-220538-1.

Bu sorunların içinden çıkılamaz raddeye geldiğinin ve çıkış yolu bulamamanın çaresizliğinin farkında olanların başındaysa AKP var. NATO üyesi bir ülkenin liderine “Türkiye’nin Şanghay Beşlisi içerisinde yer alması, bu konuda çok daha rahat hareket etmesini sağlayacaktır” açıklamasını yaptıran da zaten bu sıkışmışlık hali. Önümüzdeki dönem, tıpkı son 14 yılda olduğu gibi, dış politikada AKP’nin çıkarlarının ön planda tutulacağı ve buna karşı çıkanın “milli ve yerli” olmamakla suçlanacağı, iktidarın “rahat hareket etmesi” için tüm toplumu cendereye sokacak fantastik yolların denenebileceği bir dönem olacak. Ancak burada AKP’nin elinin yakın geçmişten çok daha güçsüz olduğunu, hem içeride hem de dışarıda ciddi anlamda sıkıştığını belirtmek gerek. AKP’nin tüm bu çaresizliği içinde yaşadığı gelgitleri hep beraber izliyoruz: dolar bozdurarak ekonomiyi düzelteceğini düşünmek, Türkiye’de yemek programı yapan yabancıların ajan olduğunu iddia eden paranoyalar, Siyasal İslam’ı tehdit olarak gören Trump’ın başkanlığından medet ummak, 3 milyon Suriyeli mülteciyi Avrupa’nın üstüne salmakla tehdit etmek… Devamında Mavi Marmara’ya binip Esad ve Putin ile Halep’te gezintiye çıkmak da var. Halep’te deniz yok demeyin, hayallerinizi sınırlamayın. Halep orada ama dış politikada arşını ara ki bulasın.