Dişil sürrealizm: Leonora Carrington

SELVİ DANACI

Yirminci yüzyılın ilk yarısında sürrealist akıma ait bir olgu olarak ortaya çıkan ‘femme enfant’, sanatçı için bir esin perisi rolü oynayan, bilinen gerçekliğin ötesinde, fantastik bir dünyayı temsil eden, çocuksu, masum ve güzel kadın figürlerine ithaf edilen bir kavramdır. Sanatçı için gördüğü ilham kaynağı işlevi açısından Petrarca’nın Laura’sının, Dante’nin Beatrice’sinin konumunu çağrıştıran bu kadın temsili yirminci yüzyılda sürrealist akımın idealleştirdiği biçimde ulvi, yabani ve asi, fakat bir o kadar da sessiz, kırılgan ve masumdur. Andre Breton’un Nadja’sı bu olgunun belki de edebiyatta en bilinen örneğidir.


Sürrealist akım içinde yer alan sanatçılar arasında kendini bu standartlara göre tanımlamayı reddeden, erkek sanatçı için bir esin perisi olmak yerine yaratma gücüne sahip bir sanatçı olarak kendini ortaya koyan en önemli isimlerden biridir Leonora Carrington. Aristokrat bir İngiliz aileden gelen ve Kral Beşinci George döneminde İngiliz sosyetesine tanıtılan, kendisini bekleyen aristokrat hayattan kaçmak için de önce Londra’ya resim okumaya, sonra da kariyerinde ilerlemek için Fransa’ya giden Carrington çok geçmeden kendini sürrealistlerin dünyasında bulur. Dekadan görünümünün ardında oldukça eril bir dünyaya sahip olan sürrealistlerin arasında kadın bir sanatçı olarak var olabilmek için sanatında keltik mitler ve anaerkil inanışlar, doğu ezoterizmi ve en çok da vahşi doğadan beslenir Carrington. Edilgen ‘femme enfant’ kültünü eserlerinde etken bir kadın figürüne dönüştüren sanatçı resimlerinde, romanlarında ve öykülerinde yarattığı kadın karakterlere çevrelerindeki dünyayı iyileştirme, hatta yeni bir dünya yaratma yetisine sahip, güçlü roller atfeder.

Esin perisinden hayat veren büyücü kadın temsiline

Mitler, tarihteki anaerkil toplumlar, ezoterik öğretiler ve hayat verici bir kuvvet olarak doğa gerçekten de Carrington’ın sanatında öne çıkan kavramlardır. Bu kavramlara dair imgelere daha çok resimlerinden aşina olsak da Carrington romanlarında ve öykülerinde de aynı kavramlardan ve kaynaklardan beslenir. Aslına bakılırsa Carrington’ı Sürrealizm’in ‘femme enfant’ kıskacından çıkarıp sanatsal anlamda özgün ve güçlü bir sese dönüştüren şey de tam olarak bu saydığımız unsurlar ve bu unsurlardan hareketle oluşturulan karakterlerdir. Sanatçının roman ve öykülerinde ortaya çıkan kadın kahramanlar genellikle kökleri binlerce yıl geriye uzanan büyücüler, cadılar ve gizemli karakterlerden oluşur. Bu karakterler sürreal bir deneyimin edilgen unsurları olmak yerine bu deneyimin birebir merkezi ve aktörü olarak karşımıza çıkar. Çoğu zaman da çevreleriyle, tarihle ve doğayla erkek gözlemcinin tecrübe edemediği dişil bir bağ kurup bu bağ sayesinde derin ve kadim bir bilgi birikimine sahip olurlar. Carrington eserlerinde işte bu unsurlardan beslenerek kız kardeşlik duygusu etrafında dişil bir dünya yaratır.

Carrington’ın 1974’te yazdığı ve ilk kez Fransa’da yayımlanan romanı ‘The Hearing Trumpet’ Penguin Books tarafından 2005 yılında yeniden basılarak günümüz okuyucusuyla buluşturuldu. 2020’de Everest Yayınları tarafından, Emre Erbatur çevirisiyle ‘Sırdaş Trompet’ olarak Türkçe’ye kazandırılan roman Carrington’ın sanatını ve yarattığı sürreal dünyayı en başarılı şekilde yansıtan eserlerinden biri.

Roman, oğlu ve gelini tarafından bir kahvaltılık gevrek şirketinin finanse ettiği Işık Kaynağı Kardeşliği adlı bir yaşlı bakımevine gönderilen doksan iki yaşındaki Marian Leatherby’nin fantastik hikâyesini konu alıyor. Yeniden yazılmış bir kutsal kase arayışı ve tapınak şövalyeleri hikâyesi, rahibe kılığında hedonist bir cadı, otokanibalizm, yeniden doğuş miti, transvestitizm, grotesk bedenler, kurt kadınlar, açlık grevleri, pagan ayinler ve cadılık etrafında şekillenmiş bir kız kardeşlik tarikatı, nükleer bir felaketle gelen kıyamet sonrası yeryüzü ve yeni buzul çağı, yaşlı kadınlar ve hayvanların merkezinde olduğu yeni bir dünya… Tüm bunlar Carrington’ın romanında ortaya çıkan ve bildiğimiz anlamda gerçekliğin içindeki gerçeküstülüğü vurgulayan unsurlardan yalnızca birkaçı.

Carrington ana karakterini vejetaryen, anarşist, gri sakalıyla gurur duyan, “suları damlayan çürümüş et torbası”na benzetilen pörsük bir bedene sahip doksan iki yaşındaki bir kadın olarak yaratarak sürreal deneyimin muhatabını ve öznesini Sürrealizm’in eril otoritelerinin elinden alır. Bununla da kalmayıp ortaya koyduğu bu ana karakter sayesinde genç ve güzel bir ilham perisi olan çocuksu kadın figürünü altüst eden Carrington Hristiyanlık öncesi inanışlarda ve mitlerde yer eden anaerkil bir dünyayı ve bilge, yaşlı, büyücü kadın arketipini de kendi sürrealizmini şekillendirmek için kullanır.

Carrington ‘Sırdaş Trompet’ romanında yalnızca hemcinslerinin üzerine oturtulmuş esin perisi, edilgen güzel kadın imgesini ortadan kaldırmakla kalmaz, aynı zamanda sürreal deneyimi kendine göre yorumlayarak dişil bir karaktere büründürür. Helen Byatt romanın giriş bölümünde şöyle söyler: “Kendini acuzevari bir esin perisi gibi gören Leonora Carrington’ın bilincinde olduğu geçmiş, cadıların var olduğu uzak geçmiştir; gelecek olarak da feminist hareketin cadıyı güçlü ve bağımsız kadının personası olarak benimsemesini müjdelemektedir.” Gerçekten de Carrington’ın beslendiği tarih anaerkil bir tarihtir ve ona göre gelecek de bu tarih ışığında şekillenecektir.

Carrington’ın yarattığı dünyada kıyamet, düzen adı altında yalan yanlış bir tarihe dayanarak gücü elinde bulunduran ataerkillik eliyle gelirken, dünya üzerinde umut vadeden bir yaşam ancak anaerkil bir anarşiyle erilliğin dışladığı bütün unsurları içinde barındırarak var olabilir. Böylece kıyamet sonrası dünya üzerinde denge erilliğin ve ‘medeniyetin’ çöküşüyle gelir ve böylesi bir dünyayla uyum içinde yaşayan kadınlar tarafından korunur.