Kadının kamusal alandaki görünürlüğü ile içki, inşası fiilî olarak devam eden Türk tipi şeriat rejiminin, yani kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamın tedrici bir şekilde dinselleştirilmesinin en önemli iki düşmanıdır.

Disney Atatürkçülüğü’nün alkol problemi

Fatih Yaşlı - Yazar, Akademisyen

Ne yapıyorsa tam tersini söyleyip ne söylüyorsa tam tersini yapmakla meşhur iktidar, şu sıralar Cumhuriyet’in 100. yılını kutluyor. 30 Ağustos günü şaşaalı devlet törenleri düzenlendi, Anıtkabir’e gidildi, resepsiyonlar verildi. Hatta öğrendik ki bir 100. Yıl Marşı bile besteletilmiş, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Külliye’deki resepsiyonda bu marşı ilk kez seslendirdi. 

Kurucu ötekisi Cumhuriyet olan bir ideolojinin mensuplarının, Cumhuriyet’i çökertmek adına onca şey yaptıktan sonra, içi boşaltılmış ve tarihsel hakikatinden arındırılmış bir Cumhuriyet ve Mustafa Kemal imgesi yaratıp buradan bir meşruiyet tesisine girişmeleri hayli ironik aslında. Bunu bu kadar kolay yapabilmelerinin ise çok basit bir nedeni var: Karşılarında bunu engelleyebilecek bir muhalefet yok. 

Öyle ki, 30 Ağustos’tan daha birkaç gün önce iktidardan “saray devleti”, “saray rejimi” diye bahseden ve artık iktidarın meşruiyetini tartışmaya açacağı öne sürülen Kılıçdaroğlu ile seçim sürecindeki konuşmalarında Erdoğan’ı Abdülhamid’e benzetip “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” diyen Akşener, 30 Ağustos günü Anıtkabir’de düzenlenen törende Erdoğan’ın peşine takılmakta herhangi bir sakınca görmeyebiliyorlar. 

Bu yaptıklarının Cumhuriyet’in yıkımı projesini üstlenenlerin meşruiyetine nasıl bir katkı yaptığını bilmiyorlar olabilir mi peki? 

Bilmemeleri mümkün değil. Bugün geldiğimiz noktada, düzen muhalefetinin düzen muhalefeti olmanın asgari şartlarını dahi yerine getirmediği ve “majestelerinin muhalefeti” gibi hareket ettiği bu gerçeğe gözünü kapayan geniş halk kesimleri de dahil çok daha net bir şekilde görülebiliyor. 

İktidarla ve onun inşa ettiği rejimle doğrudan yüzleşmekten kaçınan, Cumhuriyet’i ve onun kazanımlarını sahiplenmeyen, laiklikten söz edemeyen, Türkiye’nin dinselleştirilmesine kökten itirazı olmayan, halkı sahipsiz bırakan bir muhalefet anlayışı bu. 

Aynı gün, yani iktidarın sergilediği riyakârlık müsameresine muhalefetin de bir yerinden dahil olduğu 30 Ağustos günü, İstanbul Valiliği’nin kamusal alanlarda alkollü içki yasağı genelgesi düştü kamuoyunun önüne. Gelen tepkiler üzerine valilik hem laiklik ilkesine hem de temel hak ve özgürlüklere aykırı bu genelgeyi savunmak için “kadınların da İstanbul’da korkmadan gece geç saatlerde dahi park ve sahillerde rahatsız edilmeden vakit geçirmesinin hakkı olduğu” yönünde saçma bir argümana sığınmak zorunda kaldı. 

Tepkilerin yoğunlaşması üzerine –ki siyaset makamından değil, doğrudan yurttaşlardan gelen bir tepkiydi bu– valiliğin basın ve halkla ilişkiler müdürlüğünden yeni bir açıklama yapıldı ve genelgenin sadece çevreye rahatsızlık verenler için uygulanacağı, “kendi halinde içki tüketen” yurttaşlara yönelik olmadığı söylendi ve şimdilik geri adım atıldı. 

Peki iktidarın içkiyle derdi ne? Cizye misali getirilen vergiler, satış saatlerine yönelik düzenleme, pandemi dönemindeki sokağa çıkma yasağı günlerinde getirilen satış yasağı, mekânlardaki masa, sandalye, müzik düzenlemeleri ve şimdi de kamusal alanda doğrudan yasak girişimi… 

İçki, Türkiye İslamcılığı için Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecinin iki ana sembolünden birisidir. “Gâvurlaşma” ve İslam medeniyetinden uzaklaşıp Batı medeniyetine iltihak etme olarak görülen bu süreç, İslamcı anlatıda iki şeyle sembolize edilir: Birisi içki, diğeri de kadınların kamusal alanda görünmesi. 

Atatürk’ün içki sofraları, Çankaya köşkünde verilen balolar, kılık kıyafet düzenlemesi, karma eğitim, medeni kanun… Bunların hepsi İslamcılığın Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine ve onun zirve noktası olarak Cumhuriyet’in ilanına dair inşa ettikleri söylemin temelinde yer alır ve tüm bunlar, çürümenin, yozlaşmanın, ahlaksızlaşmanın yansıması olarak görülür, kuşaktan kuşağa bu şekilde aktarılır. 

İşte bugün, güya 30 Ağustos kutlayıp, 100. Yıl Marşı besteletenlerin karma eğitimi tartışmaya açması da fiilî içki yasağı da bununla ilgilidir. Kadının kamusal alandaki görünürlüğü ile içki, inşası fiilî olarak devam eden Türk tipi şeriat rejiminin, yani kamusal, siyasal ve toplumsal yaşamın tedrici bir şekilde dinselleştirilmesinin en önemli iki düşmanıdır. Karma eğitimin kaldırılması talebi, kadın ve erkekler için ayrı ulaşım araçları tahsisi isteği, kadın ve erkeklerin bir arada içki içtikleri kamusal ya da özel mekânların hedef alınması, festival yasakları… Bunların hepsi 1923 paradigmasına yönelik düşmanlığın ve onunla hesaplaşmanın bir parçasıdır. 

Bu süreçte iktidarın en büyük şansı ise karşısında bırakın onunla gerçek anlamda mücadele etmeyi, onun “Disney Atatürkçülüğü” müsameresine dahil olan ve hâlâ daha seçimin muhafazakâr seçmene yeterince seslenilemediği için kaybedildiğini öne süren, muhafazakâr seçmenin hassasiyetini gözetmekten başka derdi bulunmayan bir muhalefet olmasıdır. Ülkenin en büyük şehrinin belediyesine ait tesislerde hâlâ içki satılmaması, üstelik defaten “zinhar satmıyoruz” tarzı açıklamalar yapılması, bu durumun en çarpıcı örneğidir. 

Bugün Türkiye’de kendisini Atatürkçü, Cumhuriyetçi, seküler diye tarif eden milyonlar sahipsizdir, siyasette temsil edilmemektedirler, kimse onların hassasiyetlerini gözetmemekte, o hassasiyetleri siyasete taşımamaktadır. İçki yasağı girişimi karşısında bürünülen derin sessizlik bunu çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. 

İçki içmek, kendi başına övülecek ya da teşvik edilecek bir şey değildir ama içki günümüz Türkiye’sinde politik bir sembol, içki içmek de politik bir meseledir. Bu nedenle, İslamcı hegemonyaya karşı verilecek laiklik ve özgürlük mücadelesinde içki içme özgürlüğünü savunmanın baş sıralarda yer alması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yirmi birinci yılın sonunda “aman sağ seçmeni, muhafazakâr halkı ürkütmeyelim” denilerek varılacak bir yerin olmadığı ise son seçimlerin de bir kez daha gösterdiği üzere tartışılmayacak kadar açıktır.