Do not Disturb: Bir yalnızlık parodisi

Nesli Zağlı - Uzman Psikolog

Aslında hepimiz bir otel odası kadar yalnızız. Tarihin, yabancılaşmanın bireyci paradigmalarla kutsandığı, insani bağların gevşediği, kişisel gelişim endüstrisinin uzun dönemli doygunluk zamanına denk gelen bir yerindeyiz. Kapitalizm kendine inanan, her zorlukta kendine sarılan ve küçük aptal kişisel zaferleri omzundan öperek kutlayan bireyler yarattı. Çünkü böyle bireyler neoliberal düzenin neferidir. Ne versen ne sunsan bireyselleştirilmiş süsü verdiğin anda hüp diye içine çeker ve yutarlar. Örneğin hiç kimse instagram psikologlarının yumurtlamalarını okurken, “ah ne kadar da insanlığımızı anlatıyor” demiyor. Bak işte tam da beni anlatıyor diyor, bana göz kırpıyor, beni anlıyor… Ben o kadar kıymetliyim ki toksik ilişkiler içinde olamam. Öyle anlamlıyım ki, bana hiçbir şey vermeyen insanlarla olamam. Çevrem gitgide daraldı, kendi kabuğum içinde minicik kaldım diyemez de çevremi özgür irademle tek tek seçiyorum, önemli olan nitelik der. Aslında bir kurt kadar yalnızdır ve yalnız bir insana kapitalizmin her süslü ürününü satabilirsiniz. Oyunun farkında mısınız? 

Bu yazıda amacım Cem Yılmaz’ın Do not Disturb filmini tartışmak değil. Ama filmin tartışmak istediğim postmodern yalnızlık hallerine iyi bir psikopolitik zemin hazırladığı kesin. Filmde Cem Yılmaz’ı buhranlı sayılabilecek izole bir hayatın içinde bir kişisel gelişim gurusuna yanak yanağa yapışmış görüyoruz. Çok yakın bir dans bu ve bu sıcak temasın bedeli bir esaret. Esaret çünkü kişisel gelişim paradigması yaşamın her noktasını bu öğreti üzerinden okumanızı diretiyor. Gerçekten de M/Çetin yeni bir ortama girdiği anda sistemin tüm kaosunu Peri’sinden edinmeye çalıştığı öğretilerle yönetmeye çalışıyor. İntihar eğilimli profesör ona kişisel gelişim mottolarıyla bastırmaya çalıştığı ölüm korkusunu hatırlatsa da insancıl bir yerden kurduğu temasla direniyor. Hem unutmayalım; yalnız insanlar ölümden daha çok korkar. Filmde her gün düzenli kullandığı yeşil reçeteli ilacı alamayınca ortaya çıkan sanrısal hal ise ilaçlarıyla mutlu mutlu yaşayan yalnız ve güzel insanlarımıza bir korku kaynağı olmuştur eminim. 

Trilyon dolarlık antidepresan endüstrisi de yalnız insanları seviyor en çok. Özellikle biricikliklerini budayan tüm insanları gözden çıkaran ve tek başına ayakta kalmanın erdemine sıkı sıkıya tutunanları. Bu çağ ve neoliberal düzen için bizden kıymetlisi yok. Gözümüzün içine bakıyor bu çağ ve bireyselliği ölümüne kutsuyor. Anonim bir söz vardır ya; psikoloğa hastalar değil, hasta insanların hasta ettikleri gelir diye. Bu da işte merkezileşmenin, kabuklaşmanın, geçirgenliğini kaybetmenin örneklerinden biri. İçimize kimsenin ve hiçbir düşüncenin sızmasına olanak vermeyecek şekilde kalınlaşıyor çeperlerimiz. İnsana ve insanlığa karşı duyargalarımız hissizleşiyor. Fiziksel ve ruhsal kayıplar veriyor ancak yas tutamıyoruz. Bu düzen acı çeken, yas tutan insanı sevmiyor. Yakınlarda “yas eşlikçileri”nin türediğini duydum. Duyduğuma göre yasın tutulmasına da karşı değillermiş. Ancak yasınız da sizin gibi o kadar kıymetli ki, sizi olası bir ruhsal çökkünlükle yalnız bırakmak istemiyorlar. Para karşılığında sizinle sizin gibi kaliteli bir yas süreci geçirmenizi istiyorlar. Bu distopik düzende şaşılacak en son şey bu olmayacak yine de… 

Yaşadığımız salt bir yalnızlık değil, yaşadığımız psikopolitik bir savaş. Bireyci toplumda sosyal medya aracılığıyla pompalanan bir ıssızlaştırma propagandası olduğunu düşünüyorum. Bakın mesela ruh ve davranış bilimleri yüzyıldan fazladır var. Ancak ne hikmetse bazı kavramlar yeni yeni dolaşıma sokuluyor. Love bombing, gaslighting, mansplaining, ghosting gibi kavramlardan bahsediyorum. Hemen hemen hepsinin alt metninde insanların ne kadar güvenilmez olduğu, ilişkilerin ne kadar tekinsiz olduğu, kurbanı olduğumuz bu manevraları fark etmek, uyanmak ve karşımızdakinin oyununu bozmak gerektiği vurgulanıyor. Dikkatinizi çekmek isterim ki, ben bu davranış örüntüleri yok demiyorum. Elbette var hatta insanlık tarihi kadar eskiden beri var. Ancak sadece soruyorum; neden şimdi gündemdeler? Neden anlayan, anlamayan herkesin hayatına sürülüyorlar? İnsanın ve ilişkinin bir bireyin ruhsal sağlığı için tehdit oluşturabileceği durumlar sonsuzdur. Ancak günlük terminolojimizi bu kavramlar üzerinden kurgulamak insanı insana kırdıran neoliberal politikanın hüneridir ve tehlikelidir. Birbirimizden bu kadar korkarak yaşayamayız, çok distopik bir yabancılaşma hali bu. İnsanlar sürekli kendi iyilik hallerini, konforlarını, kendini gerçekleştirme potansiyellerini düşünmekten kimseye temas edemez oldu. İlişki az, birliktelik sınırlı, dayanışma yok gibi. Bu işte bir yalnızlık var. 

Birey önemsiz değildir, değersiz asla değildir ve elbette her insan en güzel şeyleri hak eder. Ama sosyal medyada sık sık söylediğimiz gibi: “Dünya senin etrafında dönmüyor”. Ülkede ve dünyada akıl almaz psikolojik ve reel savaşlar var. Kafa kafaya verip konuşup, paylaşmamız gereken onlarca bela varken kocaman kulaklıklarımızı takıp perilere kulak veriyoruz. O periler bizim dilimizi konuşan ama bizden olmayan periler; bizden olmayan ama biz olan. Hepimizin anlaşılmaya ve gözetilmeye ihtiyacı var. Hepimizin enerji, bilinç, motivasyon musluklarından kana kana içmeye de ihtiyacımız olabilir. Ama lütfen dikkat edin; kişisel gelişim gurularının yumurtladıkları gerçek hayata uymuyor. Tam tersi devekuşu gibi kendimize gömülmek bizi ıssızlaştırıyor. Biz Sophia değiliz, halihazırda yapay zekâyla donatılmadık. Bizim temasa, kusura, birlikte öğrenmeye ve dayanışmaya ihtiyacımız var. Komplo teorisyeni değilim ancak sizleri büyük neoliberal oyunu görmeye davet ediyorum. Yeni yeni öğrenip teşhis ettiğiniz kadar çok narsist olamaz. İnsanların bu kadar çoğu toksik olamaz. Herkes bir köşede bizim kişisel gelişimimiz sekteye uğrasın da bizi alt etsin diye beklemiyor. Sakinlikle, sağduyuyla ve hoşgörüyle üstünü çizdiğim bazı bağları tekrar kazanabiliriz. Bu kadar ıssız hissetmek zorunda değiliz. Ortak değerlerde insanlarla buluşup, ortak amaçlara çabalayabiliriz. Siz yine de isterseniz hobi olarak kişisel gelişin…