Türkiye bugün tarihinin en kritik seçimlerinden birisine gidiyor. Seçimlerde ortaya çıkacak tablo içeride olduğu kadar uluslararası alanda da oldukça belirleyici olacak. AKP iktidarı döneminde dış politikası ‘mezhepçi’ olmakla eleştirilen Türkiye’nin oluşacak yeni tabloda izleyeceği siyaset merak konusu. Suriye meselesi başta olmak üzere IŞİD’le mücadele Rusya’yla kurulacak ilişkiler hayati önem arz ediyor. Konuyu Türkiye’de oldukça kapsamlı biçimde ele alan isimlerden birisi olan Orta Doğu Barış ve Demokrasi Evi Başkanı Doç. Dr. Veysel Ayhan’a göre sorunun çözümü bölgenin bütününe ilişkin adalet ve özgürlük paradigmasını esas alan bir bakışı inşa etmekten geçiyor

Doç. Dr. Veysel Ayhan: Özgürlük ve adalet esaslı bir çözüm gerekiyor

CAN UĞUR
@canugur1987

Ortadoğu genel hatlarıyla şu an için nasıl bir görüntü arz ediyor?
Genel hatlarıyla yeni bir Orta Doğu'nun inşa edildiği bir süreçten geçmekteyiz. Yerel, bölgesel ve küresel güçlerin de müdahil olduğu yeni bir inşa sürecinden de bahsetmek mümkündür. I. Dünya Savaşı ile çizilen sınırların ve ardı sıra değişen iktidarların Orta Doğu halklarına eşitlik, refah, özgürlük ve adalet getirmemesinin getirdiği bir krizden dolayı bugün yaşanan çatışmalar oldukça ağır tahribatlar bırakarak derinleşmektedir. Nitekim, parçalanmışlık ve ayrışmayı da en derin hatlarıyla yaşadığımızı belirtmemiz gerekir. Daha açık bir ifade ile Orta Doğu'daki tüm toplumsal gruplar, bir varlık ve yokluk mücadelesi içerisine girmiş bulunmaktadır. Toplumsal zeminde yaşanan ayrışmalar bahse konu kesimler nezdinde sert bir iktidar perspektifi yaratmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri arasında derinleşen bir öç alma, kan davası türünden çatışma süreci önce siyasi iktidarı ele geçirmeyi merkeze alan, sonra da iktidarı diğerlerini yok etmenin bir aracı olarak kullanan bir bakış açısına yol açmaktadır. Halklar arası savaşın tarihsel, kültürel ve toplumsal yanları elbette bulunmaktadır. Etnik, mezhepsel ve ideolojik düzeyde keskinleşen saflaşmalar, bir yandan toplumlar arasındaki güvensizliğin derinleşmesine yol açarken diğer yandan da birlikte yaşama olgusunun ortadan kalkmasına sebep olmaktadır.

Öte yandan halıhazırda var olan devlet modellerinin başarısızlığı da toplumlar arasındaki savaşın derinleşmesinde rol oynamıştır. Dolayısıyla devlet düzeyinden baktığımızda, Orta Doğu'da belli sınırlar içerisinde egemenliği elinde bulunduran iktidarların, tüm toplumsal grupların temsil edildiği bir yapı kurmak yerine, kendilerini belli gruplarla veya ideolojilerle sınırlı ve kısıtlı bir şekilde inşa ettiği söylenebilir. Bu yüzden sistemden dışlanan, ayrımcılığa tabi tutulan ve iktidarın baskılarına maruz kalan halkların özgürlük ve adalet talepleri sürekli var olagelmiştir. Bunu göremeyen, görmek istemeyen iktidarlar ise sürekli toplumsal talepleri güç kullanarak bastırma yoluna gitmişlerdir. İşte bu durum halkların çok daha güçlü bir şekilde seslerini duyurmak için isyanı seçmesine yol açmıştır. Orta Doğu'da yaşanan isyan türünden politik pratiklerin arka planında gerçekten bir demokrasi, eşit vatandaşlık ve özgürlük talebinin olduğunu görmek gerekir.

Bununla birlikte ilk başlarda kabul edilebilir taleplerin, zamanla soykırımcı ve katliamcı perspektife sahip güçlerin baskın aktör haline dönüşmesiyle, meşruiyetini yitirdiğini de belirtmek gerekir. Daha açık bir deyişle halkların demokrasi, özgürlük ve adalet talepleri sürece sonradan dahil olan güçler tarafından gasp edilmiş; katliamcı ve soykırımcı bir perspektifle halkların birlikte yaşamı yok edilmeye çalışılmıştır. Elbette yaşanan çatışmaları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek isteyen bölge içi ve bölge dışı güçlerin müdahalesini de göz ardı etmemek gerekir.

Yakın coğrafyamızda ise Türkler, Farslar ve Körfez ülkeleri arasında yaşanan güç mücadelesinin Suriye ve Irak'taki istikrarsızlığı kanlı bir mücadeleye dönüştürdüğü açıktır. 2003 Irak müdahalesi sonrası İran'ın bölgesel düzeyde güç kazanmasının getirdiği rahatsızlık bugün karşımızda Suriye ve Irak'taki kanlı tabloyu koymuş bulunmaktadır. Esasında her üç toplumsal grubun bölgenin demokratikleştirilmesi doğrultusunda adalet ve özgürlükler üzerine kurulu sahici bir paradigmaya sahip olduğu söylenemez. Bölge halklarının tümüne hitap eden bir demokratik model sunmaktan aciz durumdadırlar. Herkesi kapsayan ve her kesimin kendi varlığını koruyabileceği bir model sun(a)madılar. Bundan dolayı Irak ve Suriye'deki iç savaş her geçen gün daha da derinleşmiştir.

Orta Doğu bugün etnik, mezhepsel ve ideolojik bir çatışma ve ayrışma süreci yaşamaktadır. İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler yaşanan ayrışma ve çatışma sürecinde önemli bir sorumluluğa sahiptirler. Küresel düzeyden bakıldığında ise ABD ve Rusya gibi ülkelerin Orta Doğu halkları arasında yaşanan iç savaştan kendi çıkarları doğrultusunda faydalanmaya ve süreci mümkün olabildiğince kendi öncelikler hiyerarşisine göre yönetmeye çalıştıkları görülmektedir.

IŞİD’in gelişimi noktasında Türkiye çok eleştiriliyor. Katılıyor musunuz buna?
Türkiye özellikle Suriye krizinin başında temel politikasının Esad rejiminin devrilmesi olduğunu açıklamıştı. Bundan dolayı Esad rejimi karşısında mücadele veren tüm grupların desteklenmesi doğrultusunda bir politika izledi. Bunu elbette tek başına yapmadı. Suudi Arabistan, Katar gibi Körfez ülkelerinden alınan finans desteği bu politikanın tahkimatında önemli bir rol oynadı. Batılı ülkeler ise ilk başlarda buna seyirci kaldılar veya siyasi ve diplomatik açıdan destek verdiler. Türkiye özellikle lojistik anlamda rejim karşıtı mücadele veren radikal İslami grupların Suriye topraklarına geçişlerine destek verdi. Savaşın derinleşmesine paralel olarak genel anlamda askeri, özel anlamda istihbarat ve lojistik düzeyinde verilen destekler de artırıldı.
Öte yandan ideolojik olarak bakıldığında IŞİD'in Türkiye'den ziyade Körfez ülkelerinin etkisi altında olduğunu ifade etmek gerekir. Dolayısıyla her ne kadar lojistik açıdan Türkiye radikal İslami militanların güçlenmesine rol oynamışsa da, söz konusu gruplar üzerinde kontrol kurma girişimlerinin başarısız olduğu görülmektedir. Çünkü ideolojik olarak bakıldığında Anadolu toprakları ile Vahhabi-Selefi kesimler arasındaki tarihsel kan davası son bulmuş değildir. Bu bağlamda söz konusu grupların sadece Suriye halklarına değil, aynı zamanda Türkiye halklarına da büyük bir tehdit oluşturacağı açıktır.

Mezhepçi politikalar izlediği söyleniyor Türkiye’nin. Doğru mu bu?
Türkiye 2010 yılına kadar açık bir mezhepçi politika izlemedi. Ancak 2010 Irak seçimlerine müdahalesiyle birlikte mezhepçi bir politikaya kayış süreci başladı diye biliriz. Söz konusu tezi destekleyebilecek birçok dış politika örneği yaşandı. Irakiye Listesini Irak'ta iktidara getirme çabası ve girişimleri ilk mezhepçi dış politika girişimi olarak kabul edilebilir. Ardından Arap Baharı kapsamında izlenen dış politikaya baktığımızda ilişkilenilen grupların Sünni Araplar olduğu dikkat çekmektedir. Dolayısıyla salt mezhepçi değil aynı zamanda etnik mezhepçilik türünden bir siyaset anlayışının dış politikaya hâkim olmaya başladığı gözlemlenmektedir. Dolayısıyla genel hatlarıyla Sünni Araplık olarak kendini gösteren dış politika özelde ise Müslüman Kardeşler yanlısı bir siyaset olarak kendini realize etmiştir.

Bazı yazarlar Arap Baharını aynı zamanda Müslüman Kardeşler baharı olarak tanımlama yoluna gitmişti. Suriye'de de eğer Müslüman Kardeşler iktidarı kurulabilseydi, o zaman tüm Akdeniz kıyılarında Müslüman Kardeşler konfederasyonu tamamlanmış olunacaktı. Ancak Suriye'deki halklar arasındaki çelişki ve mücadeleler bunun gerçekleşmesine izin vermedi. Bu kapsamda AKP'nin dış politika yürütücüleri hem Araplar arasındaki tarihsel ve ideolojik çelişkileri hem bölgesel ittifakları hem de küresel dengeleri analiz etmede başarılı olamadılar. Bunun sonuçları elbette Türkiye açısından olumsuz olmuştur.

PYD konusunda Türkiye’nin pozisyonunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye Suriye krizinin başından itibaren Kürtlerin Suriye'de bir aktör olamayacağı üzerine politikalarını ve stratejilerini kurmuştu. Suriye Kürtleri ise krizin başından itibaren iç savaşın hangi yönde evrileceğini AKP'nin dış politika yürütücülerinden daha iyi analiz etmişlerdi.

Türkiye zamanla Esad rejiminin kısa sürede devrilemeyeceğini görmeye başlayınca, stratejik değişikliğe giderek Kürtlerin kazanımlarını hedeflemeye başlamıştır. Musul sonrası Kobani müdahalesi bu açıdan stratejik bir adımdı. Kobani savaşı hem Kürtlerin hem AKP'nin Suriye'nin geleceğine dönük politikalarının hem de iki taraf arasındaki ilişkilerin netleşmesini de beraberinde getirdi. Kobani savaşı sonrası Kürtler artık yeni Suriye'nin kuruluş sürecinde uluslararası güçlerle işbirliği yapan bir aktör konumuna gelirken, Türkiye PYD üzerindeki etkisini yitirmeye başlamıştır. Nitekim en son Tel Abyad'ın alınmasıyla birlikte artık Türkiye ile Kürtler arasındaki ilişki boyutu da büsbütün değişmiştir.

Bu kapsamda sorunuza dönecek olursak, Türkiye'de PYD ile ilişkiler noktasında oldukça farklı bakış açılarının olduğunu görmek gerekir. Türkiye halkları düzeyinden bakacak olursak PYD ile güçlü ilişkiler kurulmasını savunan önemli bir kesim bulunmaktadır. PYD'yi doğrudan Türkiye'ye bir tehdit olarak tanımlayanların oranının oldukça düşük olduğu görülmektedir. İktidar düzeyinden bakıldığında PYD'nin düşmanlaştırılması söz konusu olsa da, toplumsal düzeyde bunun etkisinin ne kadar olduğunu henüz tam olarak ölçebilecek durumda değiliz.

Seçimlerin ardından olası bir iktidar değişimine dünyanın bakışı nasıl olur?
1 Kasım seçimlerinin hem Türkiye'deki halkların geleceği, hem bölgesel gelişmeler hem de Batıyla ilişkiler açısından oldukça önemli olduğunu belirtmek isterim.

İktidar değişimi sorusuna gelecek olursak iktidarın değişip değişmeyeceğine Türkiye halkları karar verecektir. Ancak, bu noktada Türkiye'nin ve bölgenin ciddi bir kaosun ve krizin içerisinden geçtiğini görmek gerekir. Bundan dolayı ilkesel olarak 1 Kasım sonrası oluşacak olan iktidarın asgari olarak üç ana grubu içerisinde barındırmasının ülkenin ve bölgenin geleceğine oldukça önemli bir katkı sağlayacağını düşünmekteyim. Oluşacak olan iktidarın asgari olarak Türkler, Aleviler ve Kürtlerin temsilcilerinden oluşması Türkiye ve Orta Doğu'daki sorunların, krizlerin ve çatışmaların çözümlenmesinde anahtar rolü oynayacaktır. Bunun hangi şekilde kendisini iktidarda formüle edeceği ise siyaset mekanizmasının işidir. Ancak bölgenin halı hazırda yaşadığı kriz ve savaşları atlatabilmesinde Türkiye'nin kapsayıcı bir siyaset geliştirilebilmesi için söz konusu üç büyük grubun asgari düzeyde uzlaşması oldukça önemlidir. Eğer böyle bir iktidar yapısı ortaya koyabilirsek, uluslararası kamuoyunun bakışının da ötesinde bölgenin barış, güvenlik ve demokrasiye evrilmesinde önemli bir model geliştirme şansını elde ederiz.