Sermayeye dayalı sanayileşme ve iktisadi küreselleşme, yerkürenin yağmalanmasını beraberinde getirdi. Doğanın dengesini yeniden kurgulamak için çevre hukukunun önemine dikkati çeken İbrahim Ö. Kaboğlu, “Çevre Hakkı” kitabıyla çevre hakkının araçlarını inceledi.

Doğanın korunması için hukuk hayati önemde

Hüseyin ŞİMŞEK

İbrahim Ö. Kaboğlu ve Nihan Yancı Özalp imzasını taşıyan, “Çevre Hakkı” kitabı dördüncü baskısıyla raflardaki yerini aldı. Kaboğlu, Tekin Yayınevi etiketiyle yayımlanan Çevre Hakkı kitabına ilişkin BirGün’ün sorularını yanıtladı.

Çeyrek asır sonra Çevre Hakkı kitabının yeni baskısı ile karşı karşıyayız. Son dönemde yıkımın boyutları ne şekilde arttı? İktidarın bunda payı nedir?
Birleşmiş Milletler (BM) Çevre ve Gelişme Konferans ve Bildirgesi (Stockholm, Haziran 1972) üzerinden henüz yirmi yıl geçmişti ilk baskı yapıldığında. Üçüncü baskı ise tam yirmi beş yıl önce... Bu baskılar, Rio Dünya Zirvesi’nin yarattığı heyecanı da yansıtıyordu. Ne var ki 21. yüzyılın çevre için bu denli yıkıcı olacağı öngörülemiyordu. Yaşadığımız felaketler, doğal olarak nitelenemez. Doğa-insan ilişkisinde, insan kendisinin de varlık nedeni olan ‘doğaya uyumlu yaşam’ yerine, doğayı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeye çalıştı. Orman yangınlarından sel baskınlarına iklim değişikliği ile bağlantılı son felaketler dizisinde, insanın “doğayı kendisine tabi kılma” yönündeki sorumsuz faaliyetlerinin payı büyük. BM’nin iktisadi küreselleşmenin yükselişiyle etkisiz kılınması, on yılda bir yapılan dünya zirvelerini (Jahannesburg-2002; Rio+20- 2012) de etkisizleştirdi. Türkiye açısından, ‘sürdürülebilir gelişme’ gerekleri yerine, çevresel ve ülkesel değerler, ranta ve siyasal kliantelist (clientéliste) ilişkilere kurban edildi.

Çevre hakkı ve insan haklarını bir arada ne şekilde değerlendirebiliriz? Hangi haklardan “feragat” edilebilir?
Feragat yerine öncelik veya uzlaştırma deyimlerini kullanmak daha uygun. Mülkiyet hakkı, yerleşme ve girişim özgürlükleri ile başka haklar önemli kuşkusuz; ancak hepsi, “güvenli ve sağlıklı bir çevrede yaşam hakkı” gerekleri karşısında göreceli kalır. Afetler planlaması, bunların kullanım biçimini belirler. Afetler öncesi, esnası ve sonrası hak ve özgürlükler planlaması, öncelik-ikincillik ilişkisini de düzenleme konusu yapar. Anayasa’da, ülkesel anlamda, mekânsal değerler ve koruması, kamu yararı ile özdeştir: Kıyılardan yararlanma, toprak mülkiyeti ve tarım, hayvancılık gibi alanlar, kamu yararındandır. Öte yandan Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve değerlerinin korunmasını sağlar; bu amaçla düzenleyici ve teşvik edici tedbirleri alır. Tabii servetler ve kaynaklar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.

Kitap içerisindeki “Tepki/danışma ve hazırlık çalışmaları” bölümünde yurttaşlar neler bulabilirler?
Yurttaşların çevresel bilgilenme hakkı, ilgili makamların bilgilendirme yükümlülüğünü yerine getirmesi ölçüsünde gerçekleşir. Çevresel değerlerin korunması, kamu yönetiminin geleneksel örgütlenmesini geride bırakmıştır. Çevresel demokrasi, bu bağlamda anlam kazanır. Bunun için, çevresel eğitim hakkı, anayasalarca tanınmaya başlandı.
‘Önleme, koruma ve geliştirme’ ödevleri, yurttaşın katılım haklarının anayasal dayanağıdır. Kamu makamlarının bu yükümlülüklerden kaçınması, direnme hakkı için meşruluk zemini yaratır. Bu nedenle, doğal, tarihsel ve kültürel varlık ve değerlere zarar veren yatırımları, yöre halkının engellemeye çalışması, meşru bir direnme hakkıdır; kolluk güçlerine onlara karşı şiddet kullandırtılması ise, suçtur.

Kitapta ayrı bir başlık olan ‘geriye götürülemezlik ilkesi’ ne anlama geliyor?
Var olan koruma düzeyini geriye götürücü bir düzenleme yapılamaz. Çevre hukukunda bu ilke, özellikle gelecek kuşakların yararı bakımından önemli.
Uluslararası çevre hukukunda da tanınmış bir ilke. Devletlerin, bölgesel, ulusal, ulusal altı ve yerel ölçekte, yükümlülük altına girdikleri “ortak geleceğimiz” üzerine uygulama gerekleri ile sürdürülebilir gelişme yolunda gerçekleştirdikleri ilerlemeler olarak kabul ettikleri mevzuat, oluşturdukları kurumlar ve uluslararası anlaşmalar öne çıkar.

Geriye götürülemezlik, 1992’de Rio’da kabul edilen üç anlaşmaya uygulanır: Rio Bildirgesi, Ajanda 21 ve Ormanlar Üzerine Bildirge.
Böylece, amacı hep çevre niteliğini “iyileştirmek” olan ve haliyle geriye götürücü işlem ve eylemlerden kaçınmayı gerekli kılan çevre hukukunun bir hedefe yönelme özelliği tanınmış oluyor (…). RIO+20 belgesine göre, “1992 Konferansında kabul edilen yükümlülüklerden geri dönülmemesi esastır.” Bütünleşik çevresel bakış (kırsal çevre, kentsel çevre ve kültürel çevre birlikteliğinde), “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” şeklindeki Anayasa normu (md.3), yeryüzü parçası olarak ülkenin doğal, tarihsel ve kültürel değerlerinin azaltılmasını, zedelenmesini ve yok edilmesini yasaklayan bir hüküm olarak anlaşılmalı. Anayasa’nın bütünsel okunuşu ve yorumu, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerle birlikte değerlendirilmesi, “tarihsel, kültürel ve doğal miras”a zarar veren işlem ve eylemlerden kaçınmayı gerekli kılar. Ayrıca, Devlet için “önlemek/korumak/geliştirmek” şeklindeki üçlü çevresel yükümlülük, hukuk devleti ve sosyal devlet olarak insan hakları karşısında saygı göstermek/korumak/geliştirmek şeklindeki genel üçlü yükümlülükle birlikte yorumlanarak, Türkiye Cumhuriyeti, “çevre devleti” olarak da okunabilir.

ZORUNLU KİTLESEl GÖÇ

Son olarak, uluslararası sözleşmeler, çevre hakkı karşısında ne ifade eder?
Hızlıca üç soruna dikkat çekilmeli:

Taraf olduğumuz sözleşmelerin etkililiği bir yana, çoğunun farkında değiliz. Akdeniz’in ve Karadeniz’in korunmasına ilişkin Barselona ve Bükreş Sözleşmeleri, örnek olarak belirtilebilir.

Türkiye’nin ivedi olarak taraf olması gerek üç sözleşme: Paris İklim Sözleşmesi, Çevresel Bilgilenme, Katılım ve Başvuru Haklarına ilişkin Aarhus Sözleşmesi ve Espoo (Sınıraşan çevresel etki değerlendirmesi) Sözleşmesi.

Sözleşme dışı referans: uluslararası denetim ve yargı organları, çevre sözleşmesinin bir devlete karşı uygulanması için, artık taraf olma koşulunu aramamakta. Bu nedenle, İklim Sözleşmesi’nde olduğu gibi, ilgili sözleşmenin doğuracağı olası yükümlülüklere karşın, getirilerinden yararlanmak için, zaman geçirmeden taraf olmak, Türkiye’nin çıkarınadır. Sonuç olarak; iklim değişikliğinin bu denli ivme kazanağı, 25 yıl önce belki öngörülemiyordu. Ama bugün, önümüzdeki 25 yıl içinde iklim krizi nedeniyle zorunlu kitlesel göçlere tanıklık edeceğimizi kestirmek zor değil.