Başkanlık için kan zaten dökülüyor; hem de çoktan beri.

(Seni başkan yaptırmayacağız) X 3: Dönüm noktası.

Önce Diyadin tezgahı: Alçaklık, hainlik, canilik…

Yaralı askerleri çatışma alanında bırakıyorlar ki, öldürülsünler. Ardından gelsin “kahrolsun bölücü terörist katiller ve onların siyasal uzantıları”; ama olmuyor: İlk yardım da, saatler sonra gelen ambülanslara taşımak da, halkımızdan.

Bu defa, HDP’ye saldırılar başlatılıyor: Toplantı basmak, yaralı şoförüyle birlikte minibüs yakmak, parti midibüsünün şoförünü 30 kurşun+işkenceyle öldürmek, çiçek buketi/saksısı içine bomba tuzaklamak, mitingde katliam düzenlemek. 150’den fazla provokasyon: İnsanlar sokağa dökülsün de, “işte yine azdı bölücü terör yandaşları” deyip, HDP’ye gidecek oyların önünü kesebilsinler.

Halkın siyasal olgunluğu ve siyasal yönetimin feraseti, bu oyunu bozuyor.

Bunlar 7 Haziran’a kadar olanlar: Başkanlık uğruna kan dökmeye çoktan başlanmış. Ama esas cinayetler, katliamlar ve provokasyonlar bundan sonra: Canilerin ‘motto’su, “başkanlık yoksa, kaos var”. HDP Genel Merkezi’nden Hürriyet gazetesine sayısız baskınlar, başkanlıkçıların önderliğinde; ardından, gelsin büyük katliamlar ve de alabildiğine kışkırtılan Kürt düşmanlığı.

Bütün bu melanet ve hainlikler, bir yandan HDP’yi, diğer yandan da MHP’yi baraj altına çekmek uğruna.

Kısacası kan, ‘başkan’lık gelsin diye döktürülüyor.

‘Yeni Anayasa/Türkiye’, ‘başkanlık’, ‘partili cumhurbaşkanı’, ‘terörle mücadele’: Bu konularda, malûm yaratıklara değil cevap vermek, bu terimleri ağıza bile almamak gerek.

Bunlarla tartışmaya/atışmaya girişmek bile, insanın kendisini bunların paradigmasına hapsetmesi, dolayısıyla, hegemonyalarını yeniden üretmelerine hizmet etmek demek: Değerli bir sosyoloğumuzun defaatle belirttiği gibi, “hegemonya, hegemonya (-nın va’zettiği parametreler temel alınarak) içinde kalınarak yıkılamaz”.

Bunların ne söyledikleri ka’le alınır ne de kendileri muhatap: Bunların ağzından çıkan kelimeler, biz insanların da kullandığı kelimeler de olsa, aslında söz konusu olan, basit bir sessel benzerliktir. Bunlar ancak ‘nida(ünlem, exclamation)’; yani, belirli bir kavrama işaret eden değil, kendi durumları (niyet, arzu, çağrı vb…) fonksiyonunda biçimlenmiş sesler; ki, bu düzeydeki bir lengüistik iletişim (daha doğrusu, iletim) kedi, köpek, eşek, at vb… gibi memeliler arasında da gerçekleşebilen bir olgu.

Dil konusuna girmişken, neredeyse 50 yıl öncesine gidip yürekli ve zekalı (zeka, zaten haysiyet/yürek fonksiyonunda gelişir/biçimlenir) bir hocamın, Selahattin Ertürk’ün kurduğu bir kelimeyi de devreye sokayım: İşe-vuruk; yani operasyonel.

Hokkabaz çıraklığından sultanlığa atlamak isteyenlerin oyununa gelip de ‘başkanlık’ vb… türünden soytarılıklar konusunda lâf yetiştirmeye çalışanlara tavsiyemiz, her şeyden önce her türlü arızî farklılığı (cinsiyet, ırk, din, dil, mezhep, yöre vb…) işlemsel (operatuar) bir ölçüt olmaktan çıkartan bir vatandaşlık hukuku (ki, bunun ön koşulu ‘devletin laikliği’ ilkesidir) temelinde herkesi eşit seçme-seçilme hak ve imkanına kavuşturacak bir seçim sistemi (‘0’ baraj, ‘millî bakiye’, eşit popülasyonlu seçim bölgeleri, ‘Türkiye milletvekilliği’) ile lider sultasının önünü kesecek (ön seçim, tercihli liste, vekillerin geri çağrılabilirliği) bir ‘siyasal partiler yasası’nın peşine düşmek.

Temsili demokrasi, kendi içinde hiçbir şeyin çözümü değildir; ancak, böyle bir demokrasi dahi ortada yokken, hiçbir çözümün de önü açılamaz.

Bu arada şunlar da söylenmeli; hem de defaatle: “Kendi kentlerini tankla topla yıkıp, kendi vatandaşlarını sığındıkları mahzenlerde yakan, hem derunî hem de fiilî IŞİD işbirlikçiliğini gözlerden gizleyeceğim diye Kilis’i –sözde IŞİD, çok muhtemelen de Fidan toplarıyla- haritadan silmeyi göze alan, legal siyaset alanını ise en barışçıl siyasetçileri bile içeri atarak tümden yok etmeye yönelmiş kan-oburlara bin lânet”.