Kürtlere, Alevilere, işçilere, emekçilere, çocuklara, kadınlara, gençlere içirilen o zehrin adı açık faşizmdir ve panzehiri ancak, muktedirin zorbaca dokunduğu herkesin, Gezi misali gün gelip dostça birbirine dokunmasıyla yeniden keşfedilecektir

Lenin’in, “Parlamento burjuvazinin ahırıdır” veciz ve mer’i sözünü anımsatıp, yazının asıl çıkış noktası olan konuyu daha en baştan gereksiz hale getirmek mümkün. Ama öyle yapılırsa, biteviye yükselen, giderek de dayanılmaz bir hal alan pis kokuların arasında, salt milletvekillerinin dokunulmazlığı meselesi değil, parlamento sınırlarının dışına taşan başka ve çok önemli ayrıntıları konuşmak anlamsızlaşır ki, bunlar kıymetli.

Padişahlığın yıkılışını ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunu duyuran 23 Nisan’ın halen resmi bayram olarak kutlanması ya da parlamentonun kapısının açık tutuluyor olması meselenin özünü değiştirmiyor. Yasama organının uzunca bir süredir sarayın ‘başkanlık’ dayatmasıyla gereksiz ve işlevsiz hale getirildiği hiç kimse için sır değil. Orada olup bitenler, senaryosu önceden yazılmış bir tiyatro misali, toplumun kimi hassas dengelerinin, Saray rejiminin arzu ettiği biçimde bozulması için oynanan bir oyundan ibaret.

Senaryo kötü olsa da iş görüyor. Zira 7 Haziran seçimleriyle iktidar olma imkânını elinden kaçıran AKP’nin, savaş politikalarını esas alarak kitlelerin algısıyla nasıl oynadığına ve 5 ay içinde 5 milyon oyun yönünü nasıl değiştirdiğine hep beraber tanık olduk. Yıllardır dillerine pelesenk ettikleri ‘milli irade’ sözünü bir çırpıda unutup, savaş, ölüm ve yıkımla ensesinde boza pişirdikleri halkın iradesine bütün dünyanın gözü önünde dokundular.
dokunma-139924-1.
Öncesi de vardı bunun. Mesela Cemaat'le kol kola girip ‘darbelerle mücadele ediyoruz’ diyerek dizayn ettikleri yargıyı, 17 – 25 Aralık soruşturmaları sonrasında kendi iktidarlarının korku ve ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirip, bu kez ‘paralel devletle mücadele ediyoruz’ söylemiyle, görüntüde de olsa var olan güçler ayrılığına ve ‘hukuk devleti’ne dokundular.

Bununla da yetinmediler. Halkın yaşam tarzına müdahale etmek, dindar bir nesil yaratmak için kurdukları vakıfların, kursların ve tepeden tırnağa yeniden organize ettikleri milli eğitimin, gayrı yasal olduğu için asla denetlenmeyen yurtlarında; öğretmen kılıklı sapıklara teslim ettikleri onlarca çocuğun sadece beyinlerine değil, bedenlerine de kirli elleriyle dokundular.

Kılık kıyafetle uğraşmanın anti demokratik olduğu diskuru ile türban üzerinden mağduriyet devşirip iktidarlarına güç kattıktan sonra, ‘kahkaha attı, askılı tişort ya da mini etekle geziyor’ diye aşağıladıkları kadınlarımıza hayatın her alanında dokundular. Kadınlarımız erkek cinayetlerine kurban gitti, sokaklarda tacize, parklarda tecavüze uğradı. Bu gözü dönmüşlük yargıya taşındığında ise herkes anladı ki bu ülkede, ‘gerçek değil erkek adalet’ var. Ve bu nedenle mahkeme salonlarında tecavüzcü erkekleri kollama saikiyle kadınların onuruna dokundular.

Gerçeği yazan gazetecilere dokundular. Üstelik ‘onlar gazetecilikten değil, terörist ya da casus oldukları için tutuklandılar’ yalanıyla, basın özgürlüğünü savunan herkese meydan okudular. Gazetecileri hapse atıp, televizyonları karartıp, ağır cezalarla yayıncılığın önünü keserken, bir yandan da çalıp çırptıkları paralar ve Goebbels’ten arakladıkları fikirlerle kendi propaganda havuzlarını kurdular. Ülkeyi bir yalan imparatorluğuna mahkûm edip, halkın haber ve bilgi edinme hakkına dokundular.

Gezi’de eşitlik, özgürlük, barış ve adaletin esas alındığı bir hayat özlemiyle ayağa kalkan insanlarımızın üzerine TOMA’larını, akreplerini saldılar, gaz bombaları, silahları, cop ve sopalarıyla saldırdılar. Ali İsmail’i, Abdullah’ı, Ethem’i, Mehmet’i, Ahmet’i, Medeni’yi, Berkin’i katlettiler. Güzel bir gelecek için elini taşın altına koyan insanlarımızın kolunu, bacağını kırıp, gözlerini kör ettiler. Şuursuzca haklı itirazları bastırıp, yok ederek, hayallere dokundular.

Halklar sussun diye tanklar yürüdü, ülke korksun diye savaş uçakları havalandı. Kentleri havadan ve karadan bombaladılar. Sözde kutsal saydıkları camileri, her fırsatta saygı duyuyormuş numarası yaptıkları tarihi kiliseleri yerle bir ettiler. Mezarlıkları paramparça edip insanların evlerini başlarına geçirdiler, sokaklarda gençleri vurdular. Kentleri, mahalleleri yok edip uzun yıllar boyu birikmiş anılara dokundular. Sürgün ettikleri insanların barınma hakkına dokundular. Can havliyle kaçanların ise önlerini kesip, seyahat hakkına dokundular. Ölüleri köpeklere yem etmekle kalmayıp, daha fazla öldürerek yaşam hakkına dokundular.

‘Acil kamulaştırma’ adını taktıkları gasp eylemiyle, halkın evine, tarlasına el koyarken, bir avuç muktedire akıl almaz rant imkânı yarattılar. Kameraları çağırıp evinden barkından ettikleri insanların önüne bir tas çorba koymakla nasıl ‘iyilik’ dağıttıklarının gösterisini yaparken, halkın emeğine ve ekmeğine dokundular.

Adını ‘rödovans’ koydukları vahşi kapitalist sömürü sisteminde ısrar edip, kömür ocağının içine indirdikleri madencilerin ocaklarına incir ağacı diktiler. ‘İş kazası’ denildikçe meşru görünen, her yıl binlerce emekçiyi aramızdan söküp alan seri cinayetler işlediler. Çalışırken akıttıkları alın terleri, kömürle, harçla, tuğlayla, gres yağıyla hemhal olmuş insanların, ailelerinin ve bebelerinin geleceklerine dokundular.

‘En büyük ihtiyacımız enerji’ diyerek HES’leri, ‘Enerjide dışa bağımlılığı yok edeceğiz’ yalanıyla da nükleer santralları inşa etmeye başladılar. Babalarının çiftliğindeymiş gibi, akarsuyumuza, ovamıza, yeşilimize, ağacımıza dozerleriyle daldılar. Soluduğumuz havaya, içtiğimiz suya, börtü böceğe, çiçeğe, ormanlarda kendi halinde yaşayan hayvanlara dokundular.

Saray’ı ihya etmek için gündeme paraşütle indirilen milletvekili dokunulmazlığı meselesi, tam da bu nedenlerle kendi başına bir konu değil. Elleriyle hükümeti teslim ettiği başbakana dahi kısa bir süre sonra dokunmayı, güç biriktirmenin aracı haline getiren yeni bir rejimden söz ediyoruz gerçekte. Yani kimilerinin ‘adım adım geliyor’ dediği her neyse, çoktandır zehriyle beraber gelip, nicedir tepemize çökmüş olan zorbalıkların toplamıdır konuştuğumuz.

Kürtlere, Alevilere, işçilere, emekçilere, çocuklara, kadınlara, gençlere içirilen o zehrin adı açık faşizmdir ve panzehiri ancak, muktedirin zorbaca dokunduğu herkesin, Gezi misali gün gelip dostça birbirine dokunmasıyla yeniden keşfedilecektir.

O panzehiri keşfetmek ise giderek daha da ağırlaşan kokusuyla içimizi bulandıran bu ahırı ve diğer tüm otorite araçlarını hükümsüz kılıp, ‘annelerin ninnilerinden, spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta’ yalanı yenmeyi gerektirir.