Sistem, bizim için belirlenmiş yaşam şablonunu anlatır

Dövüş Kulübü’nden Türkiye’ye: Felaketlerin ardından hayata dönme zamanı

BİLGE SELÇUK*
@byagmurlu

Toplumca kritik bir aşamada olduğumuzu çoğumuzun idrak ettiği bu gün, Dövüş Kulübünden söz etmek lazım. Kült ve çok iyi bir roman ve film olan Dövüş Kulübü, içinde yaşadığımız ve kanıksadığımız sisteme önemli bir eleştiri ve bir nevi başkaldırı çağrısıdır.

Görünen hikayede, herkes gibi bir hayat yaşayıp bunalımlarıyla başa çıkmaya çalışan gizemli kahramanımız bir uçak yolculuğunda, sabun satıcısı Tyler Durden’la tanışır ve o andan itibaren hayatı değişir. Evi, tüm eşyalarıyla birlikte yanar; sahipsiz bir binada tek başına yaşayan Durden’ın yanına taşınır. Ve bir gece bar çıkışında birlikte kurdukları dövüş kulübü zamanla tüm ülkeye yayılır ve sistemi yıkmak için çalışan bir örgüte dönüşür.

Sistem, bizim için belirlenmiş yaşam şablonunu anlatır. Hepimiz belli okulları bitirip, meslek edinmeye, o meslekle para kazanıp, belli bir hayat standardını tutturmaya çalışırız. Sistem bize iyi yaşamamız için bile gerekli olmayan birtakım ihtiyaçlar yaratıp, bunları elde etmek için daha fazla çalışmamıza, bunun yetmediği yerde borçlanmamıza yol açar. Bu ihtiyaçları karşılayabilmemize göre kendimize değer biçmeye başlarız; kriter, sahip olduklarımızdır. Toplumun bize verdiği değer de bunlara bağlıdır. Kendimize koyduğumuz hedef, elimizde olandan hep fazlasına ulaşmaktan ibarettir. Bu tüketim sarmalında hayatımızı tüketiriz. Bitmeyen araba ve ev taksitlerini, kredi kartı borçlarını, akıllı telefon faturasını ödemek zorunda olanlar yaşamlarını ancak tek bir şekilde geçirebilir; düşünmeden ve sorgulamadan çalışarak ve sisteme itaat ederek.

Arada şaşırıp yoldan çıkmayalım diye, aklımızı meşgul edecek oyuncaklar da verir bize sistem. Filmlerle, dizilerle ve sporla dahi sadece kazananın kıymetli olduğu bilgisini pekiştirir. Sistem kıyaslama üstüne kurulmuştur; hep daha başarılı ve herkesten başarılı olmamız gerektiğini söyler.
Bu sarmalda, sisteme aykırı hareket etmek çok zordur; çünkü sistemin belki en kuvvetli tarafı, içinde yaşayanların onu sorgulamayı aklına bile getirmemesidir. Düzen bizi ehlileştirir, uyumlu olmayı öğretir. Doğal ve normal olanın bu yaşam şekli olduğu bilgisini hücrelerimize kadar işler. Bu bilgi yıllar içersinde o kadar içselleştirilir ki, sorgulamak için kuvvetle çaba sarf etmek ve büyük bir kavgaya girişmek gerekir. Dövüş Kulübü’nün de anlattığı gibi, çok zor bir kavgadır bu; çünkü kişinin kendini özgürleştirebilmesi için sistemle ilgili her şeyini kaybetmesi gerekiyordur.

“Ancak her şeyini kaybettiğinde, her şeyi yapacak kadar özgür olursun.”

Modern hayat ve kapitalizm, bize, kendimizi sahip olduklarımızla, unvanlarımızla tanımlamayı öğretir. Bu sistemde, ömrümüzü mal mülk edinmeye, kariyerimizde yükselmeye, statü sembolleri edinmeye vakfederiz. “Vakfetmek” ile “tevkif” aynı Arapça kökten gelir; yani kendimizi neye vakfedersek onun tutuklusu oluruz. Dövüş Kulübü bize “Sen yaptığın iş değilsin. Bankadaki paran değilsin. Kullandığın araba değilsin. Cüzdanında taşıdıkların değilsin.” der.

Kanıksadığımız bu tek hayat biçimine uygun yaşarken içimizde büyüyen sıkıntıya, öfkeye başka başka anlamlar yükleriz, ama asıl sıkıntının “sistem”den kaynaklandığını aklımıza getirmeyiz.

Bu noktada, Tyler Durden bize izbe bir bodrumdan seslenir: “Burada, yaşayan en güçlü ve en zeki erkekleri görüyorum. Bu potansiyeli görüyorum ve hepsi heba oluyor. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşinde. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıp, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız ya da yerimiz yok, ne Büyük Savaşı yaşadık, ne de Büyük Buhranı. Bizim savaşımız ruhani bir savaş, en büyük buhranımız hayatlarımız. Televizyonla büyürken, milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık, ama olmayacağız. Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz ve o yüzden çok çok kızgınız.”

Peki, bu buhrandan nasıl kurtulunur?

Durden çözüm önerir: “Sadece felaketlerin ardından tekrar canlanıp hayata dönebiliriz.” Bu hayat, asla eski hayatımız olmayacaktır, ama sahici, anlamlı bir yaşam için de önce elindekini kaybetmek, ter dökmek, kavga vermek gerekecektir.
Önce insanlara sistemin yanlışlığını ve yıkılması gerektiğini gösterir Durden. Biriken öfkelerini dövüşerek ortaya koyar, bu öfkenin sebebini sorgularlar. Bu ortak his onları kardeşleştirir. Öfkelerinin sistemden kaynaklandığını anladıklarında, ölümü bile göze alarak bir devrim hareketine başlayabilirler. Bunun için tüm finansal kayıtların tutulduğu binaları havaya uçururlar. Artık ortada borçlu ya da alacaklı yoktur. Sistemin finansal dayanağı ortadan kalktığında, insan özgürleşir.

Sistemin finansal dayanağının çökertilmesi çözümü elbette simgeseldir. Önce sistemin ayakta kalmak için bize kutsal diye bellettiklerini hafızadan temizlemek gerekiyordur: Devlet olmazsa birey sahipsiz kalır. Ülkenin başındakiler ne yapıyorlarsa devletin ve bizim iyiliğimiz için yapıyorlardır. Öldürdükleri anarşist, hapse attıkları çapulcu bizim güvenliğimiz için tehdittir. Huzur ve mutluluğumuzu sağlayan düzen için iktidarda istikrar şarttır. Düşmanlar, hem içeriden hem dışarıdan ülkemizi ve dolayısıyla bizim de varlığımızı hedef almaktadır. Gençleri kandırıyor, sözde aydınları maşa gibi kullanıyorlardır. Her köşesinde yabancı istihbarat örgütlerinin, misyonerlerin ve terör örgütlerinin cirit attığı vatanı koruyacak tek güç, o “sağlam irade”dir. Sistem farklı seslere izin verirse, devlet zayıflar. Dolayısıyla, hak talep edenler hain, yönetimden şikayet edenler bölücüdür. Afiş yırtmak hakaret, protesto dayak sebebi, baştakilerin gitmesini istemek zerdüştlük, ateistlik, dinsizliktir. Herkes sisteme uyduğu sürece istediği hayatı yaşayabilir. Eleştirmeden her fikir savunulabilir.

Gözlerimizi Dövüş Kulübü’nden Türkiye’ye çevirdiğimizde, bunları görürüz.

Peki eğer ancak felaketlerin ardından tekrar canlanıp hayata dönülebiliyorsa, toplum olarak yeteri kadar felaket yaşamadık mı? İnsan ancak her şeyini kaybettiğinde her şeyi yapacak kadar özgür oluyorsa, çoğu şeyimizi zaten kaybetmedik mi? Bu sistemin, bizi, sesi artık hiçbir şeye çıkamayan pasif bir canlıya dönüştürdüğünü görebilmemiz için başımıza daha başka ne gelmesi gerekiyor? En temel bireysel özgürlüklerin bu kadar tehlike altında olması, konuşmanın dahi ölümle sonuçlanması, aynı toprakları yüzyıllardır paylaşan insanların birbirine böyle düşman edilmesi de bizim hayatlarımızın felaketi değil mi? Bu felaket, Durden gibi bizim de hayatımızı değiştiremez mi?

Bu gün bunları düşünme zamanı. Son yıllarda yaşadığımız felaketlerde varsa şayet bir hayır, o da belki budur. Felaketler isteyerek yaşanmaz ama kurtarıcı olabilir.

Geçtiğimiz yıllarda ABD’de suçsuz, silahsız, siyahi bir adam güpegündüz sokakta polisler tarafından vurulduğunda haftalarca ülkede taş taş üstünde kalmadı. Bu, bir tek örnek. Türkiye’de ise bırakalım her şeyi bir kenara, IŞİD’i, PKK’yı, onu bunu; daha geçen hafta, İstanbul’un göbeğinde bir genç kadın kendi evinde, ailesinin yanında polis tarafından vurularak öldürüldü. Kaçarken değil, evinde ayakta dururken ve konuşurken. Kimse ses çıkaramadı ama bu sefer açıkça herkes gördü: Bu sistem yanlış ve değişmesi gerekiyor. Ve kimse bu olaya ses çıkarmadı ise, bugün, bu önemli seçim günü, sabırla ve sukunetle beklendiği içindir.

Bugün artık farkındayız; bütün tarlamız yandı, tarlayı biz yaktık. Ve şimdi elimizde yeni ekin ekmek için bomboş bir tarlamız var. Bugün tarlayı eklemeye sandığa gitmekle, oy kullanmakla, oyumuza sahip çıkmakla başlamalıyız. Sonra, hiçbir kurum veya kişinin oyumuzu hiçe saymasına izin vermeme kararlılığıyla devam etmeliyiz. Bu tarlaya, demokrasi, insan hakları, özgürlük, eşitlik, paylaşımcılık ekilmesi için mücadele vermeliyiz.

Dövüş Kulübü’nü hatırlarken Türkiye için düşündüklerim bunlar. Yaşadığımız felaketler kurtarıcımız olsun.

“Hiç yara izin olmadan ölürsen, hiçbir şey için mücadele vermemişsin demektir. Ki aslında hayatı manalı kılan şey de inandıkların için yaptığın mücadelelerdir. Hayata değer katan budur.”

*Koç Üniversitesi
Psikoloji Bölümü