Dövüşçü bir boks filmi ama tam da öyle değil. Aile ilişkileri daha ön planda duruyor

Dövüşçü bir boks filmi ama tam da öyle değil. Aile ilişkileri daha ön planda duruyor;  kardeşler arasındaki sevgi/nefret ilişkisi, abisini kahramanlaştırmış küçük kardeş olma halleri, bu durumdan bir türlü tam anlamıyla sıyıramama durumu filme asıl rengini veriyor. Film bir başarı öyküsü anlatıyor, çoğu boks filminde olduğu gibi. Filmin kahramanı dünya şampiyonu oluyor olmasına ama yine de kendinin efendisi olamıyor, yine de ailesinin kanatları altından çıkıp, kendi dünyasını kurmuş biri olarak çıkmıyor filmin finalinde karşımıza. Herkesin uzlaştığı, adeta bir sevgi yumağı oluşturduğu finalde iğreti duran bir şeyler var yine de. Bu iğretiliğin altının daha iyi çizilmesini tercih ederdim.
Lowell, Massachusetts ABD’nin en eski sanayi kentlerinden biriymiş. Film 1990’larda burada geçiyor ama artık dökülmekte olan yoksul bir kent var karşımızda. Ward ailesi bir futbol takımı kadar geniş. Yedi kız, iki erkek çocuk ve anne, babadan oluşuyor. Çocuk derken yedi kardeşin hepsi de yetişkin. Anne Alice (Melissa Leo) ailenin tartışmasız reisi. Büyük erkek kardeş Dicky (Christian Bale) ailenin bütün kadınlarının tartışmasız favorisi, babayı takan yok, küçük kardeş Micky (Mark Wahlberg) ise… Film aslen onun hikâyesini anlatıyor zaten. Dicky bir zamanlar boksörmüş ve kariyerinin en önemli maçında Sugar Ray’i yere devirmiş (kimilerine göre Ray’in ayağı kayıp düşmüş). Bu başarısıyla da ‘kentin gururu’ haline gelmiş.

KENTİN GURURU AMA…

Kentin gururu ailesi içindeki itibarını hâlâ korusa da, gerçekte durumu oldukça acıklı. Dicky dönemin favori uyuşturucusu ‘crack’in (bir kokain türevi) müptelası olmuş. HBO televizyon kanalının kendi düşüşü hakkında yaptığı filmin konusunu, kendisinin yeniden doğuşu ve ringlere dönüşüyle ilgili sanacak kadar gerçeklerden kopuk. Dicky’nin asıl yapması gereken ama trajik biçimde ihmal ettiği uğraşı ise ayrı babalardan kardeşi olan Micky’nin antrenörlüğünü yapmak. Micky, ailenin sağmal ineği. Hem asfalt döküm işlerinde çalışıyor, hem de boksta bir kariyer yapmaya çalışıyor. Ama annesinin berbat menajerliği ve abisinin berbat antrenörlüğü ile kaderinde hep dayak yemek var. Bu sağmal ineği ahırda tutmak için Micky’nin annesi, abisi ve yedi kız kardeşi ellerinden geleni yapıyorlar. İşin doğrusu Micky’nin de kaçacak ve kendisine yeni bir ahır edinecek cesareti yok. Bunu başarması için çocukluğunun kahramanı abisi ve annesiyle vedalaşması lazım ama bu da ona muhtemelen cinayet işlemek gibi geliyor.
Yine de Charlene (Amy Adams) adlı barmaid’le tanışması Micky’yi kıpırdatmaya başlıyor. Bir Yunan tragedyasındaki koroyu andıran kız kardeşlerine ve annesine rağmen Charlene’e tutunuyor Micky.  Abisinin de hapse girmesiyle önünde yeni fırsatlar doğuyor ve Micky boks kariyerinde hızla yükseliyor. Filmin en başarılı bulduğum bölümü burada başlıyor. Micky, hapisteki abisi Dicky’yi ziyarete gidiyor. Dicky kardeşini yine kontrolü altına almaya çalışıyor. Micky maç taktiğini tartışmayacağını söylese de, sonunda tartışıyor. Abisinin taktik vermesine kızsa ve çekip gitse de, maç gelip çattığında onun son derece riskli taktiğini uyguluyor. Bu taktiğe göre 6-7 raund boyunca bir kum torbasından farklı davranmıyor Micky. Hakemin kendisini diskalifiye etmesine ramak kala, attığı bir yumrukla rakibini nakavt ediveriyor. Taktik başarılı görünüyor yani sonuca bakılırsa. Ve Micky abisini kahramanlık koltuğuna geri oturtuyor. Micky baştan itibaren adam gibi dövüşse belki de rakibinin işini çok daha erken bitirecekti ama bunu bilemiyoruz.

KENDİSİ ADINA ABİSİ KONUŞUYOR
Dicky’nin hapisten çıkmasıyla işler önce sarpa sarıyor gibi olsa da sonra görünüşte olabilecek en iyi şekilde çözülmüş gibi oluyor. Zayiat verilmiyor ve filmin bütün kahramanları birbirleriyle ilişkilerini koruyorlar, hatta geliştiriyor ve belli bir uzlaşmaya varıyorlar. Bu dayanışma ortamı içinde Micky dünya şampiyonu da oluyor. Ama filmin sonunda yine de görüyoruz ki, Micky kendi sesini bulamıyor. Yine kendisi adına abisi konuşuyor. Tıpkı kral olmasına rağmen kendi sesini bulmakta büyük güçlük çeken Kral V. George gibi. Kral George’un öyküsünü de ‘Zoraki Kral’da izleyeceğiz ve orada da abinin gölgesinden çıkmanın ne kadar zor olduğuna şahit olacağız.
Kısaca film tam bir başarı öyküsü gibi gözükse de aslında kısmi bir başarıdan söz ediyor. Fakat belki de o koşullarda, olabileceğin en iyisi buymuş. Film Dicky’nin hapisten çıkmasından sonraki gelişmeleri aceleye getirmese, bu kısmilik daha fazla vurgulanacaktı diye düşünüyorum. ‘Dövüşçü’ yoksul bir kentin insanlarına empati ve saygıyla yaklaşıyor ve bu nedenle övgüyü hak ediyor. Ama boks dünyasının acımasız sömürü düzeniyle ya da gençleri gladyatörleştiren yoksullukla ilgili pek bir şey söylemiyor. Micky’yi canlandıran Mark Wahlberg’in babasıyla, gerçek Micky Ward’ın babasının aynı yıllarda aynı hapishanede kalmış olmaları gibi ilginç bilgiler de var. Seyretmeye değer.


AYİN
Ortaçağ’da inecek var

Ayin gibi bir filmi izledikten sonra insan ne kadar geri bir çağda yaşadığını daha iyi anlıyor ve karamsarlığa düşüyor. Hurafelere, cinlere, perilere hâlâ nasılda inanılıyor, bu gibi filmler nasıl da gişede birinci sıralara çıkıyor. Acıklı, korkunç, utanç verici, zavallıca… Vatikan hâlâ nasıl olur da şeytan çıkaran rahipler yetiştirir? Şeytan çıkarmak ne yahu? Hem ne aciz şey şu şeytanınız, adını söyle deyince sonunda söylüyor ve işi bitiyor? Şeytan belalarını versin.  Hem bu sefer karşımızda bilimsellik kisvesinde bir şeytan çıkarma filmi var. Öyle 360 derece dönen kafalar, kusulan yeşil sıvılar filan yok. Keşke olsaymış, daha çok eğlenirdik hiç olmazsa. Anthony Hopkins’e bu filmden kazandığı paralar haram olsun! Dünyanın en ileri ülkesi bu haldeyse, ne olacak bu dünyanın hali? İnsanlıktan ümit var mı? Ortaçağdan ne kadar uzaklaştık? Beni, bütün bu iç karartıcı sorularla yüzleştirdiği için belki de filme teşekkür etmeliyim… ama etmiyorum.