DelliÂddem üçlemesinde Margaret Atwood, artık hepimizin eli kulağında olduğunu düşündüğü, hatta zaman zaman da dilediği, büyük bir yok oluş sonrası Dünya'yı anlatıyor

Dünya'nın efendisiyiz ve bu yüzden o artık yok

PELİN TEMUR

"Yaratılış başta değil, sondadır.”
Ernest Bloch

DelliÂddem üçlemesinde Margaret Atwood, artık hepimizin eli kulağında olduğunu düşündüğü, hatta zaman zaman da dilediği, büyük bir yok oluş sonrası Dünya'yı anlatıyor. Hayatta kalan bir grup insan ve tasarlanmış insanımsılar olan Fluryagiller var elimizde. Bir de tabii hikâyeler. Bu aşamada artık Dünya; otoyolları, binaları coşkunlukla saran sarmaşıkların, rahatça üreyen hayvanların ele geçirdiği, tekinsiz bir yer. Üstelik etrafta genetiğiyle oynanmış hayvanlar var. İnsan beyninin bazı özelliklerini taşıyan sinsi domuz domlonlar, insan saçı nakledilmiş havalı keçi tifkıllar, aslan-koyun karması altın yünlü asyunlar...

Dünyanın bu yok oluş öncesinde de pek tekin olduğu söylenemez. Sistem için önemli olan insanlar özel sitelere kapatılmış; sanal haz ve tüketim sarhoşu. Onların dışında kalan 'avam' kesimse haz ve şiddet sarmalında dönüp durmakta. Haz sonsuz olsa da temas artık kaybedilmiş. Satın alınmış seks seanslarında bile bir tene temas etmeniz -hem güvenlik hem de hazzı artıracak teknolojik eklentiler nedeniyle- mümkün değil. Üniformalarla olmasa da ayırt edici dışsal göstergelerle ayrılmış toplumsal sınıflar birbirinden yalıtılmış. Yediğiniz, dokunduğunuz hiçbir şey gerçek değil ama bir intiharı, bir cinayeti canlı izleyebileceğiniz, en akla gelmedik fantazilerinizi tatmin edebileceğiniz sanal seçenekler mevcut. Arzuları bu kadar tatmin edilmiş bir insanlığın daha sakin bir varoluşa geçeceğini düşünebiliriz. Ama insani zaaflar hâlâ yerli yerinde. Hatta arzularımızın bu kadar rahatça tatmin olabilmesi zaaflarımızı daha da büyütmüş durumda. Sahiplenme, kıskançlık, bencillik, şiddet de artmış. İnsanın arzuları ve onların tatmini gibi basit bir denkleme kapatılmış tüm Dünya. Dünya'nın efendisiyiz ve bu yüzden o artık yok.

Akdeniz'in bereketli toprakları çöle dönmüş, Amazon Nehri büyük ölçüde tahrip olmuş, insanlık ve onun şeytani kalbi kendini ekolojik bir cehenneme kapatmış. Birçok tür yok olmuş ve birçok yeni tür de genetik mühendislikle insanın emrine sunulmuş.

Bu temassız ve karanlık dünyada bir de kendilerine “Tanrı'nın Bahçıvanları” diyen bir grup var. Âdem Bir tarafından organize edilmiş, birçok Âdem ve Havva'dan oluşan, karanlık şehrin çatı katlarında tarım yapan ve komün bir yaşam süren ekolojik bir topluluk. Yok olan türler için yas tutuyorlar ve geriye kalanları mümkün olduğu kadar korumaya çalışıyorlar. Âdem Bir'in dediğine göre, Nuh'a gönderilen ilk tufan ve sonrasındaki ikinci yaratılışın ardından Tanrı, yarattığı insanda bir şeylerin ters gittiğini biliyordu ama düzeltmek için çok geçti. Hayvanları onun kalbinin şeytaniliğine karşı uyardı ve bir daha asla insan için toprağı lanetlemem, dedi, artık onun için hiçbir canlıyı cezalandırmam. Ama bundan böyle toprağın lanetlenmesi bizzat insanlık tarafından yapılacaktı.dunya-nin-efendisiyiz-ve-bu-yuzden-o-artik-yok-680823-1.

Tanrının Bahçıvanları kendi aziz ve azizeleri için ilahiler okuyup çatılarda tarım yapar, arılara bakar, doğal ilaçlar geliştirir, depresyona girmiş (“nadasa çekilmek” diyorlar depresyon için ki ne güzel bir niteleme!) üyelerine göz kulak olur ve Âdem Bir'in müjdelediği 'Susuz Tufan'a hazırlanırken, çevrelerindeki dünya haz ve şiddetle kontrolden çıkmış bir biçimde yok oluşa doğru ilerliyor.

'Spoiler' vermemek için yok oluşun nasıl olduğunu söylemiyorum. İşte bu yok oluştan kurtulan insanların ve insan olmayanların hikâyesini takip ediyoruz üçlemede.

UMUT NE DEMEK YA TOBY?

Tufan'dan geriye kalan gruplardan biri de bir bilim insanı tarafından tasarlanmış, insanımsı, masum Fluryagiller. Vahşi hayvanları uzak tutacak portakal kokulu çişleri, böcek kovucu terleri, sadece sarmaşıklarla beslenmek üzere tasarlanmış sindirim sistemleri, tedavi edici mırlamaları ve kurnaz güç oyunlarımıza uzak akıllarıyla Fluryagiller, insanlık için tasarlanmış bir başlangıç noktası. Kendilerini yaratan Flurya ve onun arkadaşları hakkında hikâyeler dinlemeyi çok seviyorlar.

Her öykü Dünya'yı anlamak için bir öneridir sonuçta. Hele bu hikâyeleri anlattıklarınız “Ölmek ne demek ya Toby? İyi geceler ne demek? Umut ne demek ya Toby? Yara ne demek?” deyip duran, insan kurnazlıklarına karşı tamamen hazırlıksız bir grupsa. Toby hikâyeler anlattıkça Fluryagiller'in 'insan gibi düşünmeyi' öğrendiklerini de görüyoruz. 'Temiz bir başlangıç' olarak kurgulanmış bu yeni tür; yıkımın sebebi, kurbanı ve kurtulanı olan eski insanla ilişki içinde insanlaşıyorlar. Masum Karasakal yazmayı öğrendiğinde içinizde bir şey kırılıyor. “Yapma! Her şey böyle başladı, yapma!” Hem de tüm bu öyküyü bir kitaptan okurken!? Dünya'yla ilişkimizi ancak kelimelerle kurabiliyor olmamız en temel varoluş kusurumuz belki. Hikâye kurmayı bu kadar sevmemiz. Hikâyeye dahil ettiklerimiz, dışarıda bıraktıklarımız, zamanı sıralamadan kavrayamıyor oluşumuz... Toby ve KarAdamı Jimmy anlattıkça, Fluryagiller için dünyanın hikâyesinin kurulmaya başladığını görüyoruz. Bunun kaçınılmaz olduğunu bilmek, Fluryagiller'in dillerinde dönmeye başlayan Dünya için içimizin yanmasına engel olmuyor. Aynı insanlık hikâyesi, en baştan, bir daha yaşanacak hissi, mırlayan şifacı Fluryagiller ütopyasından koparıyor bizi.

Atwood öyle bedavadan umut dağıtacak bir yazar değil. Ütopyalara inanmıyor. Ama distopyalara da inanmıyor. Jonathan Swift için yakın bir arkadaşının söylediği gibi “İnsanlığın üzerinde çalışması icap eden şey insandır.” Atwood'un bize önerebileceği tek şey de bu.

dunya-nin-efendisiyiz-ve-bu-yuzden-o-artik-yok-680824-1.SEVGİLİ YOLDAŞIMIZ ÖLÜMLÜLER

Belirmeye başlayan yeni insan anlayışı, varoluşumuzu bir ilişkisellik ağı içinde tanımlıyor. Tarihle, doğayla, teknolojiyle, diğer insanlarla, yaşadığımız mikro-makro topluluklarla ilişkilerimiz içinde bir biçim alıyoruz. Tutarlılığı, zamanda donma gibi algılayan aklımıza inat akışkan, sürekli dönüşen, bazen de kararsız bir süreç bu. Bize rastgele görünmesinin nedeni, kavrayamayacağımız kadar çok belirleyenin olması. Bu ilişki tek yönlü de değil tabii. Biz de belirleyeniz. Bu yeni tür bir eşitlik anlayışı. Türleri, hatta canlı varlıklarla cansızları bile eşitleyen bir bakış. Hepimiz aynı ağın içindeyiz. Hiyerarşik Dünya anlayışımızın merkezindeki İnsan yok artık; ağın içindeki unsurlardan biri olarak insan var. Bu insan ve bu Dünya artık dümdüz bir neden-sonuç çizgisi üzerinde yürümüyor. Şimdi alet çantamızı diyalektik düşüncenin araçlarıyla doldurmamız gerekiyor. İnsan'ın tarih içinde her şeyi önüne katıp ilerleyen karton bir karakter olmadığını; içinde bulunduğu çevre ve o çevreyle kurduğu ilişkiler üzerinden varolabilen bir canlı olduğunu kavramak bizi yeni bir insan anlayışına götürecek. Akış, ilişkisellik, etkileşim alet çantamıza eklememiz gereken yeni kavramlar.

'İNSAN OLMAK NE DEMEK?'dunya-nin-efendisiyiz-ve-bu-yuzden-o-artik-yok-680825-1.

Arılarla konuşan, ölülere fikir soran Toby nasıl oluyor da mistisizmin kucağına düşmeden Dünya'yla bu derin ilişkiyi sürdürebiliyor? Yazar nasıl bir an bile, orada olmayan bir gücün biçimlediği bir Dünya'yla karşı karşıya olduğumuzu düşündürmeden çıkarıyor bizi bu yolculuktan? Okuyanı, bilinmeyenle kurduğu ilişki ne olursa olsun; ister mistik ister akılcı, tüm Dünya'yı kendine indirgediğinde onu kaybedersin sonucuna vardırmayı nasıl başarıyor? Atwood'un yazarlık gücü bu. Derin ama gizemci değil. Dünya'yla yeni bir ilişki. Dünya'yla ilişkim sadece 'anlamak' üzerinden değil; anladığım şeyler var ama her şeyi anlamış değilim, diyen yeni bir insan. Her distopyanın içinde bir ütopya vardır, diyor Atwood. Bu üçlemenin ütopyası masum Fluryagiller değil, Toby benim için. Kadınlığın üremesiz durağına yaklaşmış, aşık, insana dair tüm zaafları, kafa karışıklıklarını taşıyan, ve tüm bunlara rağmen ağırbaşlı bir yaşam enerjisiyle dolu, tüm varoluşa karşı saygılı bir mesafeden sevgi duyan Toby.

Başka Dünyalar kitabında Swift incelemesini şöyle bitiriyor Atwood: “Gulliver'in Gezileri'nin temel sorusu 'İnsan olmak ne demek?' ise, böyle bir kitabı yazma yetisi de bir ölçüde bu sorunun cevabıdır. Bizi belirleyen yalnızca yaptığımız değil, aynı zamanda hayal ettiğimiz şeylerdir.” Bizim yerimize bir 'üstopya' hayal ederek insan-sonrası üzerine düşünmemizi sağlıyor Atwood. Ernst Bloch'un dediği gibi “Yaratılış başta değil, sondadır.” Ve o 'son' doğası gereği hem hep buradadır hem asla gelmeyecektir. Bugün varoluşumuz için hissettiğimiz bu sıkışmayı bir 'son' gibi değil, bir 'nadasa çekilme' gibi görebiliriz. Tanrının Bahçıvanları'nın ilahilerle andıkları aziz ve azizelerin hayatlarına bakın mesela. Hayatını gorilleri anlamaya adamış Azize Dian Fossey, Tanrı'nın ormandaki halkının korkusuz dostu Azize Jane Goodall, bir fare için şiir yazan Fareler Babası Aziz Robert Burns ve daha onlarca isim. Onların 'sevgili yoldaşımız ölümlüler'e adanmış hayatlarına bakıp nereden başlayacağımızı bulmamız mümkün olacaktır sanıyorum.