Berlinale’de gördüğüm filmler pek heyecan verici değildi. Ama zaten dünya sineması pek heyecan vermiyor.

Berlinale 2012
Dünya sineması pek heyecan vermiyor

Berlinale’de gördüğüm filmler pek heyecan verici değildi. Ama zaten dünya sineması pek heyecan vermiyor.  En iyileri bunlar işte. Christian Petzold iki filmiyle tanıyıp sevdiğim Alman bir yönetmen. Bu yıl da yarışmaya "Barbara" adlı filmiyle katıldı ve en çok beğenilen filmlerden birine imza attı
 


Görmeyeli Berlin değişmiş. En son 2000 yılında gelmiştim festivali izlemeye. O zamanlar bugünkü merkezin inşaatı tamamlanmamıştı ve galalar hâlâ Zoo Palast adlı sinemada yapılıyordu. Değişmeyen tek şey sehrin soğuk havası. Sabahları evden metroya yürürken gözlerim yaşarıyor soğuktan.

Değişmeyen bir şey daha var, o da pişmanlıklar ve hayal kırıklıkları. Ah, ilk kararımı uygulasaydım da diğer filme gitseydimler, daha iyi filmler bulamamışlar mı şeklinde sorular festivallerin olmazsa olmazı olarak devam ediyor. Bir de soğuk sıcak farkı mıdır nedir, uykulu bir hal seyir deneyimimin ayrılmaz bir parçası. Uyumaya uyumaya uyumaya geldik!

Gördüğüm filmler pek heyecan verici değildi. Ama zaten dünya sineması pek heyecan vermiyor.  En iyileri bunlar işte.  Christian Petzold iki filmiyle tanıyıp sevdiğim bir Alman yönetmen ve Berlinale'nin gediklilerinden biri. Bu yıl da yarışmaya "Barbara" adlı filmiyle katıldı ve en çok beğenilen filmlerden birine imza attı. Barbara 1970'lerin sonlarında Doğu Almanya'da geçiyor. Barbara (Nina Hoss) Batıya geçmek için istediği vize yüzünden taşraya sürülen Berlinli bir doktor. Bir yandan kaçma planlarını geliştirirken bir yandan da hastanedeki doktor arkadaşlarından biriyle yakınlaşıyor. Barbara'nın Batılı bir de sevgilisi var. Barbara iki adam, iki ülke, iki farklı yaşam biçimi arasında kalıyor. Petzhold'un filmi kendisinden beklenebileceği gibi ustaca ama fazlacana soğuk. Pek sevmedim ama belli olmaz belki ikinci bir izlemede fikrim değişir. Barbara şu anda Screen dergisinin yıldız sıralamasında başta gidiyor.

Nuri Bilge Ceylan'ın da bulunduğu Cannes jürisinden en iyi yönetmen ödülü kazanan Filipinli yönetmen Brillante Mendoza'nın 'Tutsak' adlı filmi ise Filipinlerdeki ayrılıkçı Müslüman bir örgüt tarafından kaçırılan tutsakların yaşadıklarına odaklanıyor. Bir miktar geçtiğimiz yıl seyrettiğimiz yine Cannes ödüllü 'Tanrılar ve İnsanlar'ı hatırlatıyor film. Yani yine radikal İslamcıların kaçırdığı Hıristiyanların hikâyesi... Hıristiyanlık biraz da bunun üzerine kurulu değil mi zaten, yani kurban edilme, zulme maruz kalma vs. Mendoza'nın filmi fena değil ama kalıcı bir yanı yok.
Hans Christian Schmid'in "Geride Kalan"ı aile dinamiklerine, kardeş kavgalarına, aldatmaya, ruh hastalığı'na, kısaca hayat dair birçok şeye değiniyor. Baba karısını aldatıyor, küçük oğul nefret ettiği babasının parasına muhtaç, anne ise derin depresyonundan tam çıkacakken büyük bir darbe alıyor. "Geride Kalan" eli yüzü düzgün bir dram.
"Kör Domuz Uçmak İstiyor" adlı filmini İstanbul Film Festivali'nde izlediğimiz Endonezyalı yönetmen Edwin "Hayvanat Bahçesinden Kart Postallar" adlı filmiyle koruyucu bir babaya, özgürlüğe, değişime özlemi anlatmaya çalışmış. Metaforu fazla kaçmış kanımca ama bana hayvan belgeseli seyrettirseler sıkılmadan saatlerce seyrederim. Bu filmde de konu hayvanat bahçesinde geçtiği için bolca hayvan vardı haliyle. Fakat filmin bana kalırsa başka bir özelliği yoktu.

Amerikalı oyuncu ve yönetmen Billy Bob Thornton "Jane Mansfield'ın Arabası" adlı filmle yarışmadaydı. Bu film de hoş anlar içermekle birlikte, belli bir odağa sahip olmamak gibi temel bir eksiklik taşıyordu. Filmin savaş karşıtı mı yanlısı mı olduğu da tartışılabilirdi.

Fransız/İsviçreli yönetmen Ursula Meier'in "Yüksekteki Çocuk" adlı filmi Dardenne Kardeşler-Ken Loach çizgisinde eli yüzü düzgün bir filmdi. Yoksul ve babasız bir çocuğun zengin turistlerden çaldığı kayak malzemelerini satarak kurduğu yaşamını ve onun anne/kardeşiyle ilişkisini anlatıyordu film.

Yunan filmi "Meteora" şu ana kadar en az beğenilen film oldu. Film bir keşişle bir rahibenin yasak aşkını anlatıyor. Kısmen animasyon, kısmen de oyuncularla çekilen film ne yazık ki pek ilginç degildi.

Bu yıl Berlin galiba geçen yılki gibi kalbur üstü iki filme (Torino Atı ve Bir Ayrılık) evsahipligi yapmayacak. Yine de belli olmaz.

***

MUPPETS
Film çok başarılı birkaç ana sahip
Muppets çocuklara da yetişkinlere de hitap eden çok başarılı bir televizyon dizisiydi. Muppets adlı bez kuklalar kendi dünyalarına ünlüleri konuk ederdi. Kendilerine ait bir de showları vardı. Film Muppetların ününün sona ermiş olduğu bir dönemde geçiyor. Hikâye bu ya, bir insanla yani Gary (Jason Segel) ile bir muppet yani Walter kardeşmişler. Gary, öğretmen Mary (Amy Adams) ile evlidir. Fakat bu evlilikte bir sorun vardır. Gary karısından çok kardesi Walter'a ve Muppetlarin dünyasına bağlıdır. Muppet olmayı bir anlamda yetişkin olmamanın metaforu olarak kullanan film Gary'nin gerçek bir yetişkin olmasının öyküsü fakat aynı zamanda tam tersi de. Yani şöyle: Muppet Walter için de benzer bir durum söz konusudur, o da kendisini insanlardan ayırt edememektedir. Film Walter'ın da büyümesi ve muppet olarak rüştünü ıspat etmesini anlatıyor. Film çok başarılı birkaç ana sahip, özellikle Jason ve Walter'ın söyledikleri "Muppet or Man" şarkısı çok başarılı. Muppets şovunun ruhuna uygun birkaç anarşist an da mevcut filmde. Fakat dizi açıkcası çok daha sivri ve yıkıcıydı. Yine de Muppets hiç de fena bir film değil. Daha iyi olabilirmiş, o başka.