Kalabalıkların beni heyecanlandırdığını yazmıştım. Tabii, kalabalıkların niteliği de önemli ve her kalabalık hayırlı olmuyor!

Kalabalıkların beni heyecanlandırdığını yazmıştım. Tabii, kalabalıkların niteliği de önemli ve her kalabalık hayırlı olmuyor! Yine de ben, bir kalabalık gördüğümde, neo-liberal politikaların kasıp kavurduğu, kitlesel işsizliklerin ocaklar söndürdüğü, eşitsizliklerin alıp başını gittiği şu dünyada, insanların bir şeyleri iyiye doğru değiştirmek için toplandıklarına inanırım hemen. Bunda romantizmin, geride bırakılan bütün bir hayatın böyle toplanmalarla geçirilmiş olmasından gelen bir nostaljinin de etkisi var, kuşkusuz.

1 Mayıs'ta kalabalığın arasından kolayca sıyrılıp birkaç dakikada miting alanının dışına çıktıktan sonra, "Havana'da 1 milyondan fazla Kübalı'nın 1 Mayıs kutlamalarını televizyon ekranlarından izlerken, Castro'nun '� insanlık tarihinin en güçlü imparatorluğu önünde, bu görkemli meydanda dimdik duruyoruz' diye ABD'ye meydan okuyuşunu dinlerken 'Şimdi Küba'da olmak vardı anasını satayım' diye hayıflanmamak mümkün mü?" diye yazmıştım.

Bir okurum, "romantik" bulduğu "1 Mayıs'tan 3 Mayıs'a" başlıklı yazıyı "tutarsızlığa saşırıyorum" diye eleştirdi. Küba'nın basın özgürlüğü ve demokrasi açısından parlak olmayan bir sicili olduğunu yazdığı e-postada "Demokratlık kendisiyle benzer görüşte olduklarımızın diktatörlüğüne alkış tutmak değil tabii ki. 'Solcu'ların, Küba'daki anti-demokratik devletçiliği, kimi halkçı programları adına desteklemelerini anlayamıyorum. Adeta 'solcu'lar şunu kabulleniyor: Yaygın bir halk sağlığı, ücretsiz eğitim gibi sosyal politikalar ancak ve ancak kendini sosyalist ilan eden otoriter rejimlerde mümkündür. Bunu kabul etmekle de 'solcu'lar ufuklarının ne kadar dar olduğunu gösteriyor" diyor. Hemen belirteyim ki özgürlüklerin sınırlandığı, demokrasinin kimi gerekçelerle budandığı bir rejim benim sosyalizmim değil.

Yine de, romantizmden kurtulup Havana meydanına öykünmekten kaçınabileceğimi sanmıyorum. Londra'da 1 milyon insan savaşa karşı yürürken heyecanlanıyor, İspanya'da savaşa karşı çıkanların seçim kazanmasından, İtalya'da Bush'un baş destekçilerinden Berlusconi'nin tepe taklak gidişinden keyif alıyorum. İtalyan istihbarat elemanı Nicola Calipari'inin Irak'ta Amerikan askerleri tarafından öldürülmesi işini ABD'nin örtbas etmesinin, Roma ile Washington'u birbirine düşürmesine sevinmediğimi söylesem yalan olur. CIA'in, tam bir Ortaçağ zihniyetiyle, ajan Gary Schroen'i Usame Bin Ladin'in kafasını buz dolu bir kutuda kendilerine getirmesi için Afganistan'a gönderdiğini duyunca irkiliyorum. Romantik, duygusal tepkiler bunlar. Her gün böyle onlarca tepki veriyorum ve çoğu zaman o tepkilerin nedenleri yüzde yüz savunulabilir değil.

"Bush seçimi kazandı ama ABD halkının Irak işgaline desteği hızla azalıyor, son araştırmalara göre ABD vatandaşlarının yüzde 57'si Irak'ta savaşa girmeye değmediğini düşünüyor, oysa 2 ay önce böyle düşünenlerin oranı yüzde 48'di" diye teselli buluyorum. Irak'ta gidişatın iyi olduğunu düşünenlerin 2 ayda yüzde 52'den 42'ye düşmesi, beni umutlandırıyor.

Avrupa'nın Başbuşcusu'nun 3. kez seçim kazanmasına kahrolsam da, işe diğer tarafından bakıyorum, romantik romantik. "Savaş politikası yüzünden Blair'in oyları yüzde 6 düştü", "Savaşa karşı çıkan Liberal Demokratlar oylarını artırdı" diyorum, Irak politikasını eleştirdiği için İşçi Partisi'nden ihraç edilen George Galloway'in "Zaferim Irak için de bir zaferdir" diyerek milletvekili seçilişinden müthiş haz duyuyorum. Kısacası, romantik yanımla, her olayda insanlık adına bir umut ışığı buluyorum.

Yarın Anneler Günü. Toprak annesine çiçek alacağını söylüyor. UNICEF, eğer ciddi bir para yardımı gelmezse, Etiyopya'da bu yıl 300 bin çocuğun öleceğini ilan ediyor. İki ay içinde 13 milyon dolar bulunamazsa, açlık tam 170 bin Etiyopyalı çocuğu yutacak, annelerine bir tek çiçek bile veremeden. Her biri milyon dolarlık bombaları, silahlara harcanan milyar dolarları düşünüyorum. Önümde çocuklarımın ve Etiyopyalı çocukların görüntüsü uçuşuyor. Romantizm bitiyor!