Duvarların ötesinde
Duvarlar her zaman tek parça ve büyük ölçekli olmak zorunda değil. Bazen parça parça ve küçük boyutlardaki duvarlar da insanı insandan ayırır.
Kemal YILMAZ
…
Ah, önceden fark etmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcıların gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.
Konstantinos Kavafis (1896)
Emperyalizmin yıllardır Ortadoğu’da sürdürdüğü yağma ve işgal politikalarının ve bölgede yarattığı mezhepsel gerilimlerin dramatik sonuçlarından birisini son günlerde Afganistan örneğinde görüyoruz. Son noktada, ABD ve NATO’nun on yıllardır sürdürdüğü işgallerle bölgede önünü açtığı cihatçı örgütlenmelerden birisi olan Taliban’ın Afganistan iktidarını ele geçirerek, ülkeyi şeriatçı bir rejime hapsetmesiyle birlikte; güvenli ve şeriat kurallarından uzak bir yaşam istemiyle Batı’ya doğru göç etmek isteyen insanlara tanık oluyoruz.
Saray rejiminin de kendi çıkarları doğrultusunda bir yandan bölgedeki cihatçı örgütlenmeleri desteklediği diğer yandan da iç savaştan kaçan insanları AB’ye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmak amacıyla herhangi bir planlı program oluşturmadan ülkeye girişlerini serbest tuttuğu bir durum söz konusu. Elbette, bu durumun sonucu olarak ülkede açığa çıkan mülteci krizinin asıl nedenleri göz ardı edilmeden, emperyalizmin Ortadoğu’da yıllardır sürdürdüğü hegemonya mücadelesi ve Saray’ın bu mücadelede kendi iktidarını devam ettirmek uğruna gerçekleştirdiği politikaların öncelikli olarak tartışılması gerekir.
Ancak, bu göç dalgasının yarattığı somut bir gelişme olarak komşu ülke Yunanistan’ın muhtemelen Erdoğan’ın tehditlerinden sıkılıp, sınır bölgesine yaklaşık 40 kilometrelik bir duvar inşa etmesi de önemli bir gerçekliği tekrar ortaya çıkarttı. Sınır duvarları elbette eski bir strateji değil. İnsan bedenlerini öteki tarafta tutmanın belki de en eski ve en ucuz yollarından birisi. Yine de Yunanistan hükümeti paraya kıyıp çelikten ve yüksek güvenlik teknolojileriyle bezeli bir duvar örmekten kaçınmamış.
Mimari bir öğe olarak duvar iki farklı mekânı birbirinden ayırır. İlk çağlardan bu yana insanı vahşi doğadan korumak ve insanların barınma ihtiyacını karşılamak gibi ihtiyaçları gidermek amacıyla kullanılır. Ancak, zaman içerisinde farklı anlamlar ve kullanım amaçları da edinir. İnsanı doğadan ayıran duvarlar, insanı insandan da ayırmaya başlar. Özellikle mülkiyet kavramının gelişmesiyle birlikte duvarlar artık mülkü korumak amacıyla inşa edilen bir unsurdur. Gücü elinde tutanı güçsüzlerden, üretim araçlarını üretici kesimden, mülk sahibini mülksüzlerden ayırır ve korunaklı hale getirir. Sınıf ve mülkiyet ilişkileri arasındaki ayrım derinleştikçe duvarlar da gittikçe büyür, yükselir.
Zengin azınlığın gittikçe daha çok zenginleştiği, sınıfsal ayrımın keskinleştiği, emperyalizmin hegemonyasını daha da artırmaya çalıştığı bugünlerde de duvarların kalınlaşıp yükseldiğine tanık oluyoruz.
Küreselleşme furyasıyla yaklaşık 40 yıldır dillerden düşmeyen sınırların, mesafelerin ve aramızdaki duvarların ortadan kalkacağı söylemi pek gerçekleşmiş gibi görünmüyor. İsrail’in 2000’lerin başında Filistin sınırına diktiği duvar, 2016’da Trump’ın en önemli seçim vaatlerinden birisi olarak sunduğu Meksika sınırı için hayal ettiği geçilmesi imkânsız, yüksek, güçlü, devasa duvar ve şimdi de Yunanistan’ın şeriattan kaçan Afgan mültecilere karşı “pasif” kalmayarak inşa ettiği çelik duvar ülkeler arasındaki ayrımı tam tersine daha da artırıyor.
Komşu ülkeleri birbirinden ayıran bu büyük ölçekli duvarlar en çarpıcı ve görkemli olanları. Oysa duvarlar her yerde. Sınıfsal ayrımın, iktidar altında tutmanın, yaşam alanlarını kısıtlamanın olduğu her yerde büyük ya da küçük ölçekli duvarlar inşa edilmekte. Bu duvarların artık insanları doğal afetlerden, iklimsel krizlerden koruduğu, barınma ihtiyacını karşıladığı da söylenemez. Hatta tam tersine bu krizleri üreten, insanları evsiz bırakan bir unsura dönüşmüştür.
Duvarlar her zaman tek parça ve büyük ölçekli olmak zorunda değil. Bazen parça parça ve küçük boyutlardaki duvarlar da insanı insandan ayırır. Tam da bu noktada ülkemizde ilk örneklerinin TOKİ aracılığıyla gerçekleştirildiği duvarlarla çevrili, güvenlikli site örneklerini hatırlamakta fayda var. Yine bir göç sorununun gündemde olduğu, büyük şehirlere iç göçün arttığı ve gecekondu bölgelerinin yaygınlaştığı dönemde, gecekondular hayatta kalmak için bir şekilde birlikte yaşamanın mecburi olduğu yerleşim alanlarıydı. Birlikte yaşamanın getirdiği değerler, dayanışma duygusu solun değerleriyle örtüştüğünden bu bölgelerde devrimci pratiklerin yükselişe geçmesine imkân tanıyordu.
Ancak yoğun baskılarla güç kaybeden solun geride bıraktığı boşluğun yerine duvarlar örüldü. Bu sefer örülen duvarlar iki komşu ülke arasında değil, iki komşu aile arasında gerçekleşti. Gecekondu bölgelerinin etap etap parsellenerek duvarlarla çevrili siteler halini alması bir yandan iktidarın rant politikalarıyla uyuşurken bir yandan da örülü duvarlar içinde hem sınıf ayrımını artıran hem de iktidarın kendi ideolojisini daha rahat yayabileceği mekânlar yarattı.
Artık sadece sayısı gittikçe artan kapalı konut bölgelerinde değil; AVM’ler, yoksul sınıfların yaşadıkları bölgeleri mutenalaştırmak için dikilen sergi binaları, kütüphaneler gibi kamusal mekanlarda da duvarlar yükseliyor. Yaşadığımız evlerde, gün içinde gittiğimiz mekanlarda sürekli duvarlarla karşılaşıyoruz. Duvarlar sadece fiziksel olarak bizi birbirimizden ayırmıyor. Çevremizi saran duvarlar bize kendi duvarlarımızı inşa etmemizi de öğütlüyor. Birbirimizi görmeyi, birbirimize dokunmayı, birlikte yaşamayı, dayanışmayı da bir yaşam pratiği olmaktan çıkartıyor, yalnızca felaket anlarında birbirimizi hatırlıyoruz.
Kendimize ördüğümüz duvarlar aslında güçlünün güçsüze karşı, sermayedarın emekçilere karşı, sarayın kendi halkına karşı ördüğü büyük duvarları gizliyor. Kendimize ördüğümüz duvarlardan kurtulabilirsek, dayanışmayı, birlikte yaşamayı tekrar hatırlayabilirsek eğer biz ezilen tüm kesimlere karşı kurulmuş büyük duvarın ötesinde gerçekten neler döndüğünü görebiliriz. Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler romanının giriş kısmında söylediği gibi “Bir duvar var… Bütün duvarlar gibi iki anlamlı, ikiyüzlüydü. Neyin içeride, neyin dışarıda olduğu, duvarın hangi yanından baktığınıza bağlıydı.”. Kimin içeride kimin dışarıda olduğu sorusu ancak o duvarın tepesine çıkıp bakabildiğimizde mümkün. Üreten, eşit, demokratik, laik, insanca bir yaşam isteyen çoğunluğun mu yoksa her geçen gün gittikçe zenginleşen, dünyayı yağmalayarak yaşanmaz bir hale çeviren barbar azınlığın mı?
Roma tiyatrolarını Antik Yunan tiyatrolarından ayıran en önemli mimari özelliklerinden birisi sahne duvarının yükseltilerek seyircinin doğayla olan diyaloğunu tamamen kesmek ve tüm dikkatini sahnedeki kurguya yöneltmek olmuştu. Bugün de sahne duvarının arkasındakilerin yazdığı oyunu sessizce izlemek ve yeri geldiğinde alkışlamak zorunda bırakılıyoruz. Fakat bu oyun bizim hayallerimizle örtüşmüyor. Biraz bir dikkatimiz dağılsa, gözümüzün önünde oynanan oyundan kafamızı çevirip birbirimize baksak, bu yaşananların bir grup azınlığın kendi iktidarlarını devam ettirebilmek için bize oynadıkları bir oyun olduğunu göreceğiz. Tam karşımıza örülen duvarın ötesinde başka bir dünyanın mümkün olduğunu birbirimize bakıp, ayağa kalkıp, oyunu terk edip, dışarıya çıktığımızda farkına varacağız.