Edebiyat, edebiyatı çocuklara sevdirmeli
BURAK ABATAY
Hikâyeci ve röportajcı Necati Güngör, ‘Babam Şimdi Çok Uzaklarda’ isimli çocuk hikâye kitabını Günışığı Kitaplığı etiketiyle okurlarının beğenisine sundu. Sevgi Ekmektir ile TDK Öykü Ödülü’nü, 1990’da Sinema Kuşu Sevgilim ile Ömer Seyfettin Öykü Ödülü de dahil olmak üzere hikâyeleriyle birçok ödüle sahip olan Güngör ile bir araya geldik ve gazeteciliğin edebiyatla kurduğu ilişkiden, çocuklar için kurulabilecek dilin niteliklerinden yeni kuşak hikâyecilerin sahip olduğu dil endişelerine kadar birçok konuyu konuştuk.
► Bugünün çocukları bizlerden bambaşka bir dil kullanıyor. Çocuk hikâyeciliğinin bugün dille kurduğu ilişki nasıl?
Edebiyatın görevi bu aslında. Dil duygusunu, dil beğenilerini geliştirmek ve dilde seçkinci olmayı öğretmek. Edebiyat bunu yapar. Zannediyorum benim hikâyelerimde çocuklar için kurduğum bir dil vardı. Bunu dilciler ve eleştirmenler de söylerdi. Erdal Öz, “Sen bu hikâyeyi çocuklar için bir daha yaz” dedi. Çocuklar için yazmayı seçim olarak yapmadım. Zaten çocuklar da vardı benim hikâyelerimde. Çocuk kahramanlarım vardı. Çocuklar için seçkiler yapıldığında, mesela Selim İleri’nin ‘İlk Gençlik Çağına Öyküler’ isimli bir seçkisi vardı. Bu ve benzeri seçkilere alınıyordu hikâyelerim. Çocuk kahramanları olan öyküleri de düşününce bunları bir kitap haline getirmiştim. Yazdığım çocuk hikâyelerini de daha sonra sistematik hale getirdim. Dil olarak ise çocukların yadırgamadan öğreneceği bir dil vardı zaten.
► Çocukların daha fazla evde olması, sokakla kurulan ilişkinin azalması sizi hikâye yazarken düşündürüyor mu?
Sadece beni değil, bütün yazarları düşündürmeli. Cemal Süreya’nın kız kardeşinden öğrendim, çocukluğunda oturup ansiklopedi okurmuş. Böyle çocuklar yok artık. Google’a girip her şeyi öğreniyor. Cemal Süreya’yı kişi olarak da tanıdım, her konuda fikri, bilgisi ve ilgisi olan biriydi. Onun nedeni de çok okuması. Ortaokul çağında klasikleri okumuş biri. Şimdiki çocuklardan bir Cemal Süreya çıkar mı, bilemiyorum.
► Edebiyatın burda görevi ne olmalı?
Edebiyat, edebiyatı çocuklara sevdirmeli. Çocuk ondan tat almalı. Biraz kendini bulmalı, dünyayı öğrenmeli. Dolayısıyla dilini de öğrenmeli. Bugünlerde bir yazarın kitapları üzerinde çalışıyorum. İnanın ki beyhude bir çalışma. Ancak çocukların anlamayacağı bir dil. Dili çok iyi kullanan bir yazar ama o dil çocuklar için geçerli değil. Çocuklara kendini okutamaz o kitaplar.
► Çocukların diliyle mi konuşmalı?
Hayır, yeni bir dil kurmalı. Onların dili senin de söylediğin gibi sokağa çıkmayan bir dil. Selam diyeceksin, ‘slm’ mi olacak? Kısaltarak sözcükleri, bambaşka anlamlar yükleyerek belki. Bundan kurtarman için de anlaşılır bir dil kurup, dili sevdirmeli. Nasıl konuşuyorsak, çocuk seni dinler gibi okumalı.
►Edebiyatçı kimliğinin gazeteci kimliğine faydalarından da söz etmiştiniz. Birbirlerini nasıl etkiler?
Gazetenin daha mekanik ve sınırlı bir dili var. Gazetecilik süresince kendi dilini unutabiliyorsun. Üslubunu kaybediyorsun. Haber dinlerken, dil açısından da dikkat ederim. Belli kalıp cümleler var: “Bilmem kime ev sahipliği yaptı…”, “Olmazsa olmazı” gibi. Muhabir dili oluşmuş. Muhabir dili gelişkin bir dil değil. Muharrir dili gelişkindir. Onun için de muhabirin edebiyatla bağlantısı olmalı. Kanal D’de çalışırken muhabir arkadaşlara, “Oturun sözlük okuyun” diyordum. Dalga geçiyorlardı, gülüyorlardı. Ne söylediğimi anlamıyorlar çünkü. Onun dilinden bir yere gitmek mümkün değil. Edebiyattan kopuk muhabir bir yere gidemez. Sadece haberci olur. Haberin dili de belli kalıplardır.
► Bundan kurtulmak için neler yaptınız?
Ben haberci değilim, röportajcıyım. Ustalardan hep duyardım, “Sen röportaja edebi bir üslup getirdin” diye. Zaten edebiyattan geldiğim için bu normal bir şeydi. Özel bir çaba sarf etmedim. Oraya gelene kadar TDK’nin dil ödülünü almış biriydim. Bir şair abimiz, “Ya hikâyelerini de bu üslupla yazsana!” İstanbul’un semtlerini anlatıyordum. Her pazar bir semtin hikâyesini anlatıyordum Cumhuriyet’te. Hiçbir olay yok ama bir olay yaratıyorsunuz, tarihten, orada yaşamış ünlülerden alıyorsun ve okuru bağlıyorsun. Bunu uzun uzun anlatmana da gerek yok. Bir daktilo sayfası okurun üç dakikasını alır. Bunu hesap ederek 5-10 dakikada okuyup lezzet alacağı bir şey yapmaya çalışıyordum. Okur tekrar seni gazetede okuyacak hale geliyorsa, sen edebiyatçısındır. Eskimeyen bir dil üretmişsin demektir. Klasiklerin değeri de budur. Okudukça bir şey öğrenirsiniz.
► Kitaba dönecek olursam, aile temasını görebiliyoruz. Anne, baba, kardeş… Bilinçli tercih mi?
Yarı bilinçli de diyebilirsin. Bir defa benim söylediğim şey, toplumda kaybolan değerlere yönelik. Aile çok önemli. Daha doğrusu bizim çocukluğumuzda çok önemliydi. Şimdi ne kadar önemli bilmiyorum. Parçalanmış aileler var. Anne de baba da bir yerde çalışıyor, çocuk ailesini göremiyor. Şehirde böyle. Küçük yerlerde hâlâ aile ve komşuluk ilişkisi var. Çocuğun anneanne ve dede ile büyümesi çok önemli. Şimdiki evler geniş aileye uygun değil. Bunun erdemli taraflarını unutturmamak için altını çizmeye çalışıyorum.
► Sizin hikâyelerinizde özlem de görebiliyorum.
Herkes bir özlem içerisindedir. Özellikle geçmişe özlem bizde yaşanan bir duygudur. Dünya kurulduğundan beri insan geçmişine özlem duyar. Adem’i Cennet’ten kovmuşlar, Cennet’i özler. Geçmişi özlersiniz. Bunda gerici bir şey yok. Diyalektik nedir? Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz.
► Karakter yorumlarınızın gerçekle ilişkisi çok güçlü. Bunda röportajcı olmanızın katkısı var mı?
Hayır. Röportajlarımda hikâyeci olmamın katkısı var. Biz toplumsal gerçekçi edebiyattan gelen insanlarız. Toplumsal gerçekçilik çocuk hikâyelerimizde bile var. Dünya görüşümüzde değişim olabilir. Ama alışagelmiş bir gerçekçilik kolay kolay terk edilemiyor. Sabahattin Ali’nin, Fakir Baykurt’un geleneğinden geliyoruz. Rahmetli Asım Bezirci, benim bu gelenekten geldiğimi söylerdi. Yaşar Kemal, Orhan Kemal… Bu insanlar bizim rol modellerimizdi. Haliyle onlardan da etkiler taşıyoruz.
► Çok acayip bir dönemden geçiyoruz. Çok sayıda usta edebiyatçıyı ardı ardına kaybettik. Genç edebiyatçıları okuyor musunuz? Edebiyatımızın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Gençlerde, dil kaygısı yok. Dil duygusu yok. Yahya Kemal, “Anadilim, ağzımda anamın sütüdür” der. Bunu yeni kuşakta söyleyecek insan yok. Endişeleniyorum haliyle. Anadilini geliştirmek bir yana, birtakım olumsuz etkiler de taşıyor. Dilde gerileme var. 60’ların, 70’lerin ve 80’lerin gerisindeyiz. TDK’nin eski işlevine kavuşturulması lazım. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne, ‘Dil Ödülleri’ vermelerini önermiştim. Kabul edilmedi. Dili iyi kullanan gazetecilere Dil Ödülü verin demiştim. Olmadı. Dile sahip çıkılmalı. Bizler de belki dil kaygısı taşıyan yazarların son temsilcileriyiz.