Edebiyat ve hayat
Yazarın/şairin kendi seçimi olan yalnızlık dışında, bu yaratıcılığın, bu temasın önüne konulacak her engel, yazar için de, toplum için de, zamanla yıkıcı bir duyarsızlığa, yabancılaşmaya, bir körleşmeye varacaktır.
Şükrü Erbaş - Şair, Yazar
Ruhun elle birlikte çalışmadığı yerde sanat olmaz.
Leonardo da Vinci
Edebiyat, insan tekinin ve toplumların ruhunu, o ruhun oturduğu büyük kültürel atlası, yazıldığı zamanın yaşama değerlerini, hem oluşturan, hem yıkan, hem de geleceğe taşıyan en büyük yaratımlardan birisidir. Bu öyle bir yaratımdır ki tarihten, antropolojiden, diğer insan bilimlerinden farklı olarak, sadece yazıldığı/okunduğu zamanı değil, geçmiş ya da gelecek, insanın içinde yaşamadığı zamanların hayatlarını da yaşadığımız bir gerçeklik gibi ve neredeyse hayatın bütün boyutlarını içeren bir yapı içinde ortaya koyar.
Daha doğrusu üçboyutlu bir zamanı tek bir zamana dönüştürerek bütün zamanlarda temsil etme gücü taşır. Edebiyatın verdiği bilginin, bilimsel, dinsel, felsefi bilgiden farklı olarak okurun hayal hanesinde ete kemiğe bürünmüş ve onunla sonsuza dek yaşayacak bir “bilgi” olmasının nedeni budur. Bunu, yazarın/şairin, bir duyarlılık halinde okura aktardığı, bir sezgiyle duyumsattığı bir “yaşantı” olarak ifade etmek belki daha doğru olacaktır. Bu nedenle bir şiir, roman, öykü, yazıya geçmesinin üzerinden yüzlerce, binlerce yıl geçmesine karşın, her okunduğunda yeniden yazılır, yeniliğini korur, insanlara bütün zamanlarda derinlikler katar, haz verir; onlara kendilerini tanıma, varoluşlarını ve hayatlarını sorgulama, başka hayatları anlama ve yaşadıkları dünyayı/hayatı dönüştürme bilinci ve gücü kazandırır. Kuşkusuz tüm bu olumlu katkılara, bir büyük huzursuzluk, bir mutsuzluk bilinci ve çatışmalı bir ruh eşlik edecektir. Bize bu yazma tutumunu kazandıracak olan da mutlak bir özgürlük tutkusu, adalet duygusu, eşitlik bilinci ve savunusudur.
Bunlar olmadan edebî yaratım olamaz.
***
Yaratıcı özne, yazabilmek için, etkinlikte bulunduğu edebî yaratım neyse onu yapabilmek için, hayat dediğimiz şu sonsuz kaosun içinde yaşamak zorundadır. Yaşamaktan öte o büyük karmaşada, kalabalıkta kaybolmak zorundadır. Aklıyla, gövdesiyle, beş duyusuyla o kalabalığa dokunmak zorundadır. Behçet Necatigil, “esin bir birikimdir, bilinçte, bilinçaltında algılar birikimi” der.1 “Çokluk denizinde yunmak herkese vergi değildir: Bir sanattır kalabalığın tadını çıkarmak” der Baudelaire de.2 Yazar/şair, başkalarının aynasında kendisini görmezse dünyayı göremez. Hangi öfkeyle, umutla, acıyla olursa olsun, çağın bütün kötülüğünün içinden geçerek bir “iyilik ve güzellik” tasarlayabilir ancak. Yazar/şair, hiçbir zaman içinde yaşamayacak olsa da bize bir karşı dünya yaratır. Bunun için işte, yazan ya da sanatın bir başka alanında etkinlikte bulunan kişi, insana, topluma, doğaya, bir bütün olarak hayat dediğimiz şu sonsuzluğa dokunmak zorundadır. Onu kalbinde duymak, onun kalbinde soluk almak zorundadır. Yaşamak için, anlamak için, değiştirmek için. "Yazar, durup kalmak ya da susup yazgıya boyun eğmek hakkına sahip değildir. (...) Karşı çıkışını unuttuğu anda, tıpkı dinin egemen olduğu eskiçağlarda bütün bir halkın Tanrısına ihanet etmesi gibi o da ihanet etmiş sayılır" der Elias Canetti ve ekler: "Biraz gülünç kaçmayacağını bilseydim, yazara, zamanının köpeği diyebilirdim. O, çağını dolanır, orada burada durur, görünürde başına buyruk gezinir, yorulmak nedir bilmez; ıslak burnunu her yere sokar."3
Yazarın/şairin kendi seçimi olan yalnızlık dışında, bu yaratıcılığın, bu temasın önüne konulacak her engel, yazar için de, toplum için de, zamanla yıkıcı bir duyarsızlığa, yabancılaşmaya, bir körleşmeye varacaktır. Bu engelin uzun sürmesi halinde, edebiyat yavaş yavaş ruhunu kaybedecek, sığ bir tekrara dönüşecek, verili gerçekliğin ve sığ hayatların yeniden üretilmesinden başka bir işe yaramayacaktır.
(1) Behçet Necatigil, Bütün Eserleri, Düzyazılar-1, Cem Yayınevi, 1983
(2) Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı, Adam Yayınları, 1982
(3) Elias Canetti, Sözcüklerin Bilinci, Payel Yayınları, 1984