Edebiyata adanmış bir hayat
Mario Levi

Deniz ZEKA - Meltem Sezen KILIÇ

Mario Levi, ardında birçok hikâye, roman ve kahramanlar bıraktı… Koca bir şehir bıraktı... Artık bir daha sözcükler onun tınısıyla varolmasa da cümleler onun vurgusuyla kurulmasa da… Bizler; bir şehre gidemediğimizde, karanlık çökerken dostlarımızı özlediğimizde, sevdiklerimize pandispanya yaptığımızda, İstanbul’un güzelliği karşısında bir masal olduğunu düşündüğümüzde ya da bir lunaparka gidip çocukluğumuzu aradığımızda Mario Levi’yle yürüyeceğiz o yollarda…

Levi’nin İstanbul’unda, Levi’nin Türkçesiyle hüznü, aşkı, kayboluşu, terk edilişleri, ötekileştirilmeleri, yemeklerin kokularıyla, tatlarıyla çocukluğun keşfedilişini bulacağız.

Herkesin kendini ait hissettiği bir şehir vardır. Mario Levi de İstanbul’a aidiyetinin nedenlerini anlatırken coşkusunu karşısındakine de geçirirdi: “Kökleri çok derinlere dayanan birkaç tane özelliği var. Birincisi şehrin denizle olan ilişkisi ve onun bütün uyandırdıklar, bütün çağrışımları. Balık kültürü, plajları o kadar çok ki bunu bir zincir olarak düşünün. Deniz, edebiyat, şiir, musiki bunların oluşturduğu ortak atmosfer. Boğazı düşünün tek başına güzelliğinin dışında Abdülhak Şinasi Hisar var veya Ahmet Hamdi Tanpınar var. Huzur romanı var.  İkincisi İstanbul’un tarihle olan ilişkisi ve onun uyandırdıkları. Tarihin anekdotları, İstanbul’un insanları bazen çok ilgimi çeken, bazen çok kızdığım, bazen nefret ettiğim İnsanları. Farklı şekillerde bağlandığım insanları... Bunların hepsi bir bütün. Yine İstanbul’un başka bir özelliği de İstanbul’un tadları, lezzetleri.  Uzun zaman İstanbul’dan ayrı kaldığımda tuhaf bir şekilde en çok özlenen şeylerden biri simit ve çay. Dolayısıyla bütün bunlar bağlıyor sizi. Bir de öte yandan burada geçirmiş olduğunuz sizin bireysel tarihiniz var. Marquez Yüzyıllık Yalnızlık romanın bir yerinde ‘Bir yere kendinizi ait hissedebilmeniz için o yere ölülerinizi gömmüş olmanız gerekir’ der. Bu çok önemlidir. Benim bu topraklara gömdüğüm çok ölüm var artık. Dolayısıyla bir de onlar var. Onların yüzleri, onların anıları, onların izleri, onların bıraktıkları. Şehir aidiyeti dediğiniz budur. Bu sebeple birçok yazar bir şehre bağlıdır ve hep o şehri anlatırlar.”

Akşam üstü arazözlerle sulanmış mahallede toprak kokusunu mis gibi içine çekerken, arkadaşlarına seslenip “Hadi gelin top oynayalı”mı hangi dilde söylerseniz, maçta kavga ettiğiniz aşağı mahallenin çocuklarına arkalarından küfretmek için hangi dilin sözcükleri dilinizin ucuna gelirse ya da o güzel kıza günlerdir aşkınızı itiraf etmek için köşe bucak takip ederken hangi dil varsa yüreğinizin ucunda işte böyledir Levi’nin Türkçeyle bağı. “Türkçe benim en derin vatanımdır” der onun için. Biz okurlar, o vatanının en derinlerinden getirdiği büyülü bohçaları açtıkça onun içimizden biri olarak yarattığı karakterleriyle karşılaşıyoruz, onlar için üzülüyor, seviniyor onları merak ediyoruz. 

Mario Levi’nin İstanbul ve Türkçe tutkusundan sonra mutfak tutkusundan da bahsetmek gerekir. Yemeklerin kaderleriyle, insanların kaderleri arasında bir bağ kurulabilir dediği “Size Pandispanya Yaptım” romanında anlatılan tüm yemekleri yapmış, denenmiş tarifleri okurlarıyla paylaşmıştır mesela.

Mutfak dünyadaki karmaşanın savaşların ve bütün acıların temelinde yatan “insanın insandan kopması olgusu karşısında herkesi birleştirebilecek, insanın içindeki yaratıcılığı sevgiyi ortaya koyabileceği bir ortam ve hepsinden önemlisi kendini tanıma ve anlama çabası için en uygun yer. Fiziksel yenilenmenin olduğu kadar ruhsal varoluşun da merkezi.”

Mario Levi değiştiremeyeceğimiz geçmişlerimizi hikâyeleriyle yeniden kurguladı. Düşündürdü, güldürdü, buruk bir gülümsemeyle gözden geçirtti hayatlarımızı. Günün birinde Moda Çay Bahçesi’nde denize karşı elimizdeki çay bardağıyla, püfür püfür esen rüzgârda senin sözcüklerin yanı başımızda hayatı gözden geçireceğiz. Seni daima edebiyata adanmış yaşamınla anacağız.