Öğrencilerine dünya kadar malumat ezberletmeyi marifet sanan ama onları kullanmalarına ve derinleşmelerine izin vermeyen bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Bu anlamda eğitim sisteminin adeta çocuklarımızı ve gençlerimizi aptallaştırıcı bir işlevle çalıştığı ya da eğitim sisteminin bizzat kendisinin “cehalet” ürettiği söylenebilir

Eğitim sistemimiz çocuklara nasıl zararlar veriyor?

AHMET YILDIZ / ahmety72@yahoo.com
Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi

Merkezi standart sınavlar, liselere giriş sınavlarından üniversiteye -ve hatta üniversite sonrasına- kadar, eğitim sistemindeki kademeler arasındaki geçişte temel belirleyen haline geldi. Bu nedenle, sınav konusunun düzenli aralıklarla gündeme gelmesi şaşırtıcı değil. Nitekim yine, yeni bir sınav gündemi ile karşı karşıyayız. Sanırım onlarca kez yapılan sınav değişikliklerinin ardından harf kombinasyonu tükenmiş olacak ki, bu yeni sisteme kısaltma bir ad verilemedi. Elbette adı önemli de değil, zira geçmiş deneyimlerimiz gösteriyor ki yakında ondan da vazgeçilmek zorunda kalınacak.

Sınav sistemleri değişiyor fakat sınavlar sabit kalıyor. Buna karşın TEOG gibi merkezi standart sınavlarla ilgili tartışmalarda, eğitimin mevcut yapısı verili kabul edilerek sınavlarda hangi alanlara yer verilmesi gerektiğine, soru sayısına veya açık- kapalı uçlu soru önerisine odaklanan teknik yaklaşımlar öne çıkıyor. Öyle ki bu tartışmalarda sürekli olarak sınavı merkeze alan değişikliklerle sınırlı kalınıyor; sınavlar, genellikle sistemin işleyiş mantığından yalıtık ele alınarak sınav odaklı eğitim sistemi ve bunu doğuran yapısal sorunlar göz ardı ediliyor. Muhalif saflarda yer alan birçok yazar bile sorunu içinde yer aldığı bütünsellikten uzak, salt pedagojik ve teknik bir meseleymiş gibi ele alınıyor. Bu nedenle pedagojizme saplanıp kalmadan sınav meselesini değerlendirmek önemli hale geliyor. Zira sınavlar artık sadece bir imtihan değil; okulları aşıp dershanelere, etüt merkezlerine, yayın evlerine ve hatta evlerimize taşan, bütçemizi ve psikolojimizi etkileyen ulusal bir meseledir. Sınavların yaşamımızdaki artan önemi nedeniyle siyasal partilerin sınavları kaldırma sözü vermesi, psikologların sınavlarda stresle nasıl baş edilmesi gerektiği konusunda önerilerde bulunması, dershane ve özel okul/üniversite reklamlarının gazetelerde sayfaları, caddelerde panoları işgal etmesi sıradanlaştı. Özellikle sınav dönemlerinde eğitimci mi yoksa pazarlamacı mı olduğu ayırt edilemeyen kerli ferli adamların öğrencilerin nasıl tercih yapması gerektiği yönünde ve sınavda kendi kurumlarını/şirketlerini tercih etmeleri için müşteri memnuniyetini esas alan söylemlerle televizyon ekranlarında boy göstermesine de alıştırıldık. Kısacası devasa bir eğitim/sınav sektörünün ve özellikle sınav dönemlerinde büyük bir eğitim pazarının kuruluşuna tanıklık ettik, ediyoruz. Tüm bunlar karşısında ise çocuklarının eğitimi için her türlü özveride bulunmaya hazır ailelerin ve yarış atına dönüşen öğrencilerin çaresizliği bulunuyor.

Peki çocuklarımız ve gençlerimizin her zaman kurbanı olacağı değiştiremeyeceğimiz bir kaderin acımasız bir oyunuyla mı karşı karşıyayız? Hayatımızı bu denli etkileyen bir konu yalnızca uzmanlar ve yetkililerin konuşup kararlar aldığı salt teknik bir mesele midir? Ve dahası çocuklarımızın eğitimi bu kadar masraflı, külfetli, yarışmacı ve acımasız olmak zorunda mıdır? Tüm bu esaslı sorulara kısa bir yazıda yanıt vermek zor; fakat bu sorunların temelini oluşturan sınav merkezli eğitim konusunda kimi saptamalar yapılabilir. Madde madde ilerleyelim:

Merkezi standart sınavlar eğitim sisteminde yalnızca kademeler arası geçişi sağlayan nötr araçlar değildir. Zira sınavlar hangi toplum kesimlerinin çocuklarının geleceğin yönetici sınıfını oluşturacağını, kimlerin ayrıcalıklı mesleklere erişeceğini ve kimlerin esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma koşullarının sıradaki kurbanı olacağını belirleyen politik bir araçtır. Toplumsal eşitsizliğin sürdürülmesinde önemli işlevler üstlenmiş olan merkezi sınavların objektif ve herkese giriş hakkı tanıyarak yapılmasının da eğitimsel eşitliği sağlamadığını belirtmek gerekir. Çünkü sınavlarla bir tür uzmanlık ve eşitlik izlenimi verilerek, sınavın kendisi ve sonuçları sorgulanamaz hale gelmekte ve eğitim eşitsizliği perdelenmektedir. Böylece sınavların ve eğitimsel tüm sorunların asıl muhatapları olan öğrenciler ve veliler, katılımcı bir toplumsal müzakereyle ortak kararların oluşturulması gereken bir süreçten dışlanmış olur.

Yapılacak ve savunulacak şey bellidir: Herkes için nitelikli kamusal eğitim. Çünkü hem sınav odaklı bir eğitimin hem de sınavların sonunu ancak ve ancak herkes için her düzeyde nitelikli kamusal eğitim sistemi getirilebilir

Öte yandan sınavlar, yalnızca eğitimdeki çarpıklıkların doğurduğu bir sonuç olarak da değerlendirilemez. Çünkü merkezi sınavlar bir sonuç olmanın ötesinde, neoliberal zamanlarda tüm eğitim alanını yeniden düzenleyen temel bir araçtır aynı zamanda. Nitekim sınavlarla eğitim öyle bir dönüştürülmüştür ki, eğitimden geleneksel olarak anladığımız her şey kökten değişime uğramıştır. Eğitim artık iyi insan, iyi yurttaş, hümanist ve çevreci nesiller yetiştirilmesi ile ilgili bir süreç olmaktan çıkarak sınav, soru, puan ve teste eşitlenmiştir. Kısacası son dönemde fetişleştirilen sınavlar eğitimin anlamını sessizce dönüştürerek “eğitim için sınav” anlayışını rafa kaldırmış ve onun yerine “sınav için eğitimi” getirmiştir; artık tüm eğitim sürecimizin asli amacı sınava hazırlamaya eşitlenmiştir.

Merkezi standart sınavlar neoliberalizmin pedagojik mantığıdır ve son dönemde tüm eğitim sistemini şekillendiren de işte bu mantıktır. Nitekim bu sınavlar, neoliberalizmin kutsadığı teknik ve dinsel bilme biçimini öne çıkarmaktadır. Örneklendirelim. Her yıl üniversiteyi yeni kazanıp gelen öğrencilerime kendi öğrenme deneyimleri üzerindeki farkındalıklarını artırmak için çeşitli alanlardan bazı sorular yöneltirim. Bunlardan biri şudur: “Bizdeki ilk realist roman ve yazarın adı nedir?” Soruya öğrencilerimin hemen hepsi doğru yanıt verir: “Recaizade Mahmut Ekrem / Araba Sevdası.” Buraya kadar her şey yolunda gider. Fakat soruyu derinleştirdiğimizde manzara birden bire değişir: “Neden Araba Sevdası ilk realist romandır? Neden Nabizade Nazım’ın Karabibik adlı romanı değil de Araba Sevdası ilk realist romandır?” Bu soruların ardından sınıf sessizliğe gömülür. Bunun üzerine son bir soru yöneltirim: “Peki kitabı kimler okudu?” Sorunun ardından genelde derin sessizlik devam eder. Bu basit sorgulama bile eğitim sistemimizin bağlamsız, tarihsiz ve metalaşmış bir bilgi aktarıcılığından başka bir şey olmadığını kanıtlamıyor mu? Biliyoruz ki merkezi sınavlar daha çok yanıtı belli sorulardan oluşuyor ve bilgileri tekrarlama üzerine yapılandırılıyor. Bu anlamda bu türden sınavların dinsel bilme biçimine hizmet eden bir boyutundan da bahsetmek gerekir. Bertell Ollman’ın “Diyalektik Soruşturmalar” adlı kitabında ifade edildiği gibi, test biçimindeki sınavlar, verilebilecek sayısız çeşitlilikteki yanıtı A, B, C,D, E gibi seçeneklerin içerisine sıkıştırmaktadır. Bu seçeneklerden de yalnızca biri doğrudur. Tek bir doğrunun bulunduğu iddiası tıpkı dindeki tek doğru dogmatikliğine benzer. Yani testler dini bilgiler ve dogmalar gibi, tek bir doğruya işaret eden fakat onun sorgulanmasına izin vermeyen zihinsel işleyişi beslemektedir. Oysa yukarıda ifade edilen sorunun tek bir yanıtı olmayabilir. Örneğin bir öğrenci bu romanın değil de aslında başka bir romanın ilk realist roman olarak değerlendirilmesi gerektiğini nedenleriyle söyleyerek bizi ikna edebilirdi. Fakat ne yazık ki öğrencilere böyle bir olanak tanınmıyor ve onların böyle bir akıl yürütmede bulunmaları teşvik edilmiyor. Yani ezberlemeyi esas alan bu sınavlar, bilgiyi kullanmayı, analiz ve sentez becerisini ölçmeyi hedeflemiyor. Kısacası öğrencilerine dünya kadar malumat ezberletmeyi marifet sanan ama onları kullanmalarına ve derinleşmelerine izin vermeyen bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Bu anlamda eğitim sisteminin adeta çocuklarımızı ve gençlerimizi aptallaştırıcı bir işlevle çalıştığı ya da eğitim sisteminin bizzat kendisinin “cehalet” ürettiği söylenebilir (PISA; TIMMS ve PIAAC gibi birçok uluslararası sınavda son sıralarda yer almamız ve öğrencilerimizin başarısının giderek düşmesi bu iddiayı desteklemektedir). Sanırım bu aptallaştırma ve cahilleştirme sürecini ciddiye almalıyız; ucuz ve itaatkâr emek cehennemi bir ülke yaratma mantığını benimseyen bir sistemin ancak bu şekilde davranarak amacına ulaşabileceğini akıldan çıkarmamalıyız.

Merkezi standart sınavlar öğretmenliğin mesleki pratiklerini de etkileyerek tahrip etmiştir. Öğretmenlik artan merkezi sınavlarla birlikte sınav bilgisinin mekanik bir aktarıcılığına indirgenmiştir. Artık öğretmenin değeri, öğretmenin branşından sınavlarda soru çıkıp çıkmamasına ya da çıkan soru sayısına bağlı haline gelmiştir. Yoksa veli toplantılarında matematik öğretmenin kapısında uzun sıralar görürken müzik, resim ve beden eğitimi öğretmenlerinin kapısında da hiç değilse birkaç veli görmemiz gerekirdi.

Sınav başarısında, ailelerin kültürel ve ekonomik sermayeleri giderek daha belirleyici bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim PISA raporları OECD ülkeleri arasında toplumsal sınıf ve eğitim başarısı arasındaki en güçlü bağın Türkiye’de olduğunu ortaya koymakta, okulda düşük başarı gösteren öğrencilerin hemen %70’inin toplumun sosyoekonomik olarak alt kesimlerinden gelen öğrencilerden oluştuğunu göstermektedir (Sınavlar ve toplumsal ayrışma konusunda Eleştirel Pedagoji Dergisi’nin kasım ayı sayındaki Çetin Çelik ve Tuğçe Özdemir’in makalesine bakılabilir). Bu durum, neoliberal rejimde artan sınavlarla birlikte alt toplumsal sınıfların eğitim yoluyla dikey hareketliliğinin giderek sınırlandığını işaret etmektedir. Yani bu dönemde, eğitimin sınıfsal karakteri giderek belirginlik kazanmış, halk sınıflarının nitelikli eğitime erişim olanakları giderek kaybolmuştur. Ne yazık ki varsıl değilseniz ya da herhangi bir tarikatla bağlantınız yoksa çocuğunuza artık nitelikli bir eğitim sağlamanız mümkün görünmemektedir. Zira, değerli hocam Doç. Dr. Fevziye Sayılan’ın veciz ifadesiyle, “Karga peşinde koşan çocuğun eğitim yoluyla yükselerek ülke kurduğu, çobanlık yapan çocuğun cumhurbaşkanlığına yükselebildiği dönem kapanmıştır."

Sonuç yerine

Son düzenlemeyle üniversitelere giriş sistemi gibi liselere giriş sisteminin de kalıcı ve adil olması mümkün değildir. Dahası sınavlardan kolayca ve kısa sürede kurtulmanın sihirli bir yolu da yoktur. Buna karşın yapılacak ve savunulacak şey bellidir: Herkes için nitelikli kamusal eğitim. Çünkü hem sınav odaklı bir eğitimin hem de sınavların sonunu ancak ve ancak herkes için her düzeyde nitelikli kamusal eğitim sistemi getirilebilir. Bunun dışında getirilen öneriler ve uygulamalar eğitimsel sorunları daha da ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Öte yandan daha önce de söylendiği gibi, sınavların eşit, adil ve objektif yapılıyor olması fırsat eşitliğinin sağlandığı anlamına gelmez; fakat fırsat eşitliği sağlamanın temel koşullarından birinin sağlandığı anlamına gelir. Bu koşulun sağlanması da hafife alınmamalıdır, kıymeti bilinmelidir. Çünkü bu, daha iyisini hedefleyenler için önemli bir kazanımdır. Hele gelecek olanın daha kötü olacağından eminseniz, bu kazanım daha da önemli hale gelir. Bu bağlamda merkezi standart sınavların yukarıda sıralanan tüm olumsuz etkilerine karşın, onları eleştirirken dikkatli olunmalıdır. Özellikle iktidarda değilseniz ya da iktidarı zorlayacak/etkileyecek toplumsal örgütlülükten yoksunsanız eleştirileriniz iyimser bir ihtimalle boşa gider; fakat büyük bir olasılıkla karşı olduğunuz bir ideolojik programın payandası olur. Öyle ki eleştirileriniz, son dönemde sıkça olduğu gibi mevcut olanı kendi programı doğrultusunda değiştirmek isteyen iktidar tarafından devşirilebilir ve değişimin meşruiyetini sağlamak üzere kullanılabilir. Ve size kalan da genellikle “gelen gideni aratır” sözü olur. Son TEOG tartışmalarında da birçok kişi, kurum ve kuruluşun sınavlara karşı iktidara öneriler getirmesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. TÜBİTAK’tan Anadolu liselerine, fen liselerinden ÖSYM’ye kadar tüm eğitim kurumlarının gözümüzün önünde nasıl vasatlaştırıIarak dinselleştirildiğine tanıklık edilmesine rağmen benzer bir tutum sergilenmektedir. Oysa iktidarın mevcut sınav sisteminin yerine daha adil ve eşitlikçi bir mekanizma kurma niyeti varmış gibi bir safiyane inançla yürütülen çabalar, maalesef “yetmez ama evet” zihniyetinin güncellenmesinden başka bir anlam taşımaz. Şimdi de olacak şey aynıdır. Bu bağlamda son yapılan değişiklik, eğitimde “TEOGrasiden” vazgeçilerek “teokrasiye” geçiş olarak görülmelidir.