“Söz büyüğün, su küçüğün” olarak tasvir edilen siyasal kültürümüzde çocuklar ve gençlerin fikrini sormak kabul edilemez görülse de artık çocukların ve gençlerin katılımı da evrensel hak ve norm olarak benimsendiğinden, bu pratiğe hafiften alışmakta yarar var.

Eğitimden ne beklemeliyiz?

Emre Erdoğan - Prof. Dr., Gençlik Araştırmacısı

Eylül ayını “okula dönüş” ayı olarak tanımlamak yanlış olmaz, yaklaşık bir aylık bir dönemde örgün öğretimde 19 milyon, yüksek öğretimde 7 milyon öğrenci okul ve üniversitelerine geri dönecekler. 25 milyonu aşan bu sayı birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan yüksek, üstelik bu öğrencilerin sadece yüzde onu özel okullarda ve vakıf üniversitelerinde eğitim görüyor, geri kalanlarına eğitim hizmeti sunmak devletin sorumluluğu. Eğitimin geleceğin vatandaşlarını yetiştirmek gibi “sosyalleştirici” işlevini bir kenara bırakalım, bu rakamlar bile eğitim meselesinin ne derece bir kamusal mesele olduğunu gösteriyor. 2023 bütçe tasarısına göre eğitime toplam bütçenin %15’i, gayrisafi yurtiçi hasılanın %5’i ayrılıyor, bu rakama velilerin yaptıkları harcamalar dahil değil, eldeki çalışmalar devletin harcadığının üçte birini de velilerin harcadığını gösteriyor. 2022 verilerine göre eğitim harcamaları hanehalkı bütçesinin %1,4’ünü oluşturuyor, ancak bu rakamın yarısından fazlasını gelir piramidinin en üstündeki haneler veriyor. Bu da bizi ülkenin büyük kısmının eğitiminin kamu tarafından karşılandığını gösteriyor. 

Bu rakamlar bize eğitimin bir kamusal mesele olduğunu bir kez daha gösteriyorsa, bizim de bu harcanan paranın nereye gittiğini sormak düşüyor haliyle…

Kibarca “gelişmekte olan” ülke olarak tanımlanan yoksuldan hallice ülkemizde, sınırlı kaynaklar “doğru” harcanabiliyor mu bir düşünmek gerekiyor, tabii “doğrudan” neyi kastediyoruz, o da tartışmalı. Yirmi bir yıllık AK Parti iktidarında dokuz ayrı kişi Milli Eğitim Bakanı oldu ve en az 16 kez eğitim reformu yapıldı, eğitimin getirisi konusunda tek parti iktidarında dahi akıl karışıklığı olduğu anlaşılıyor. 

Eğitimin bireylere ve toplumlara neler kazandırdığı konusu üzerinde akademik bir uzlaşma var, en önemli bireysel getirisi gelir, daha eğitimli kişiler daha fazla kazanıyorlar. Daha kolay iş bulabiliyorlar, daha kısa işsiz kalıyorlar, muhtemelen daha iyi işlerde çalışıyorlar. Keza, toplumsal statüleri de daha yüksek oluyor, yani sadece fiziksel sermayeleri değil, diğer sembolik, kültürel ve sosyal sermayeleri de artıyor. Öte yandan toplumsal getirisi olarak “insan kaynağındaki” iyileşme, daha yüksek ekonomik büyüme, daha adil gelir dağılımı ve daha fazla vatandaş katılımı sayılıyor, daha eğitimli bireylerin daha sağlıklı olduğu söyleniyor. Yani, “eğitim şart”. 

Eğitim bu kadar yararlı bir şeyse, neden biz eğitimin niteliği yani nasıl olması gerektiği konusunda bu kadar fazla tartışıyoruz? Öncelikle “nasıl bir eğitim?” sorusunun ideolojik bir boyutu olduğunu vurgulamak lazım. Eğitim “ideal vatandaş” yetiştirme vasıtası olarak görülünce, ideal vatandaştan ne anladığımız hayli ideolojik bir mesele. Hemen her zaman eğitim bir tür “endoktrinasyon” işlevi görmüş, Avrupa’da 19. yüzyıldaki eğitim reformları, 1930’lardaki totaliter rejimlerin eğitime verdikleri önem ve eğitimin ulus devlet inşasındaki rolü, bunların hepsi sınıfın siyasal kimliklerin oluşumundaki etkisini açıkça gösteriyor. Richard Dawkins, küçük bir çocukla konuşan bir din adamı kadar korkunç bir şey olmadığını söylemişti, öğretmenlerden bahsetmeyi unutmuş muhtemelen. 

Eğitimin öznesi olan çocuklar/gençler geleceğin vatandaşları, yani oy verecek, iktidarlara destek olacak, savaşacak ve başka ülkelerde ülkesinin misyonerliğini yapacak kişiler olarak görüldüğünde eğitimden beklentiler de hayli siyasileşiyor. Eleştirel ve sorgulayıcı düşünce, farklılıklarla birlikte yaşamayı kabullenme ve en önemlisi “esneklik” arzu edilen değerler arasında yer almıyor, iktidarlar –her türlü iktidar– sevmezler böyle çocukları. Bununla birlikte göz ardı edilen bir başka konu da eğitimden ne beklenmesi gerektiğini esas bu işlerden doğrudan etkileyenlere, öncelikle öğrencilere ve velilerine sorulmamış olması. “Söz büyüğün, su küçüğün” olarak tasvir edilen siyasal kültürümüzde çocuklar ve gençlerin fikrini sormak kabul edilemez olarak görülse de artık çocukların ve gençlerin katılımı da bir evrensel hak ve norm olarak benimsendiğinden, bu pratiğe hafiften alışmakta yarar var. 

Elimizde çocukların, gençlerin ve velilerin eğitimden ne bekledikleri konusunda çok fazla çalışma yok ne yazık ki, bu konu akademik dünyada hayli ve özellikle yok sayılmış bir konu. Eğitim politikalarının belirlendiği “Yüksek Şura” toplantılarında çocuk ya da genç katılımcı yok, veliler de bile işe dahil edilmiyor; muhtemelen orta yaşlı erkeklerin tartışması gereken bir konu olarak görülüyor. 

Yaptığımız birkaç çalışma eğitimden beklentiler konusunda bize ipuçları veriyor. Öncelikle iş bulabilmek eğitimin en önemli kazanımı olarak görülmekte toplumumuzda, üçte ikilik bir kesim bu konuyu ilk iki tercihi arasında belirtmiş, daha sonra kendi yeteneklerini geliştirmesi ve toplumun değerlerini öğrenmesi gerektiği söylenmiş. Öte yandan İstanbul’u temsil eden bir örneklemle yürüttüğümüz bir araştırmada çocuklar eğitimin en önemli çıktısının kendi yeteneklerini geliştirmek olduğunu söylemişler, iş bulabilmek ikinci sırada gelmiş. Bu araştırmanın başka bir önemli sonucu da sınıf farklarının göstermesi: Düşük sosyoekonomik statüdeki çocuklar için iş bulabilmek, kendi yeteneklerini geliştirmekten daha önde gelen bir eğitim çıktısı, ailenin maddi koşulları daha geride geliyor haliyle. 

Eğer eğitim bizim toplumumuz için bu kadar önemli ve kıymetliyse, eğitimden ne beklemeliyiz diye düşünmeye bir an önce başlamalıyız. Bu sorunun yanıtını verirken de ideolojik önyargıları ve endoktrinasyon hevesimizi bir kenara bırakmalı; daha önemlisi sorundan etkilenenlerin görüşleri nirengi noktası olarak kullanmalı ve önce onlara sormalıyız: Ne istiyorsun?