Filmin kahramanı olan sadist katilin kız kardeşi, tecavüze uğramış, nihayetinde ölmüş. Kızın sübyancı (pedofil) katili yakalanmış ama

Filmin kahramanı olan sadist katilin kız kardeşi, tecavüze uğramış, nihayetinde ölmüş. Kızın sübyancı (pedofil) katili yakalanmış ama kısa bir süre yattıktan sonra afla serbest bırakılmış. Filmin kahramanı (aslında yazdıklarıma çok güvenmeyin, filmin sırlarını açık etmemek için ben de kandırmacalı bir dil kullanıyorum) kız kardeşinin katilini ve o katille benzer profile sahip, afla çıkmış tecavüzcüleri birer birer öldürüyor. Bu arada güneydoğuda yaşayan bir tür varanın (büyük kertenkele) zehrini de kullanıyor (Kürt sorununun zehri?). Halk bu ‘sapık’ katillerin öldürülmesinden pek memnun! Devlet adamları ise nedense tecavüzcüleri öldüren katilin yakalanamaması durumunda hükümetin düşeceğini sanıyor. Yani burası Türkiye olmasa neyse ama… Burada hükümetler böyle olayların çok daha ağırlarında bile düşmedi ki… Kaldı ki millet memnun.
Filmin tartıştığı bir af ve hukuk meselesi var. Eğer toplum hayatına tehdit oluşturan birileri, cezalarını çekmeden serbest bırakılırsa, başka birileri de onları öldürür, halk da bu kişileri destekler diyor film. Fakat film, tam anlamıyla bireysel adaletten, bu faşizan çizgiden yana demek güç. Açık bir şekilde, şiddetin estetikleştirilmesi durumu var filmde. Yumruğun yendiği anda ağızdan fışkıran kan bize fotoğraf dondurularak veriliyor. Bu ve benzeri sahneler açıkça maço bir erkekliği, şiddeti yüceltiyor. Üstelik bu şiddeti uygulayanlar kanunları arkasına almış polisler. Fakat yine de, şiddet kimi zaman yüceltilse de filmin de hastalıklı bir hali var ki, tam da nerde durduğunu belirsizleştiriyor.  İşkenceci katili destekliyor muyuz, desteklemiyor muyuz? Bu sorunun cevabı büyük ölçüde “evet, destekliyoruz” olsa da, söz konusu karakter çok sevilebilecek biri gibi gelmedi bana. Ama bu benim kanım da olabilir.
Filmin bana asıl ilginç gelen yanı ise, aile içi cinsel dinamikleriydi. Filmde sembolik bir aile oluşturan üç polis var. Abbas (Uğur Yücel)bu üçlüde baba figürü. Baba figürü derken, benim yakıştırdığım bir şey değil bu. Filmin diğer iki polisi, Cello (Kenan İmirzalıoğlu)ve Ezo (Berrak Tüzünataç)onu baba olarak gördüklerini dile getirirken, o da onlara kızım ve oğlum diye hitap ediyor. Dolayısıyla Tüzünataç ve İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı karakterler de birbirleriyle kardeş oluyorlar. Sembolik anlamda elbette. Filmin işkenceci seri katili (katilleri) aynı travmayı yaşamışlar: kız kardeşleri tecavüze uğramış. Peki bu seri katil (katiller) ne yapıyor? Tecavüzcüleri hadım ediyor ve kendi sembolik kız kardeşiyle yatıyor. Ve babanın kendisini cezalandırmasını bekliyor.  Baba da onu cezalandırıyor! Sanki kızkardeşinin katilleriyle, tecavüzcüleriyle özdeşleşen bir intikamcı var. Kendi yasak arzusunun bedeli olarak yaşamaktan korktuğu kastarasyonu (hadım edilme/penisin kesilmesi)kurbanlarına uyguluyor. Bir ensest fantezisi ve/veya kabusu gibi bütün film.
PSİKANALİTİK OKUMALAR
Kenan İmirzalıoğlu’nun canlandırdığı karakterin, bir sorgu sırasında suçluyu, karısını düzmekle tehdit etmesi de onun cinselliğine dair bir şeyler söylüyor. Cello’nun başkalarının kadınlarıyla bir derdi var . ‘Adını Sen Koy’u hatırlıyor musunuz? Orada arkadaşının nişanlısına aşık olan karakterle bir akrabalığı var Cello’nun.
Abbas’ın Ezo’ya çaktırmadan kendisini bir erkek olarak nasıl gördüğünü sormasını da not etmek gerek (Abbas, Ezo’ya Cello hakkında ne düşündüğünü soruyor ama öyle bir soruyor ki aslında kendisi hakkında ne düşündüğünü öğrenmek istediği sonucu çıkıyor!) Filmin finalinde Abbas’ın , Cello’yu öbür dünyaya uğurladıktan sonra camide dua etmesi anlamlı. O haremine göz diken oğlunu tanrıya kurban etmiş İbrahim Peygamber gibi. Ve kendisi de Allah Baba’sına sığınıyor.
Amatör psikanalistlik çabasını  bir kenara bırakıp, filmin sinemasal olarak nasıl bir tat bıraktığına bakacak olursak… Bir defa filmin fena halde ‘Se7en’ filminin etkisi altında olduğunu söylemek lazım. Fakat ‘Se7en’ın aksinekarakterlerin dertleri seyirciyi pek saracak cinsten değil. Milli Görüşçüler, Fethullahçılar ve Ülkücüler arasında bölündüğü söylenen polis teşkilatında Ezo’nun atletlerle dolaşması pek inandırıcı gözükmüyor. Keza Abbas karakteri de biraz taklit duygusu veriyor. Kenan İmirzalıoğlu ise ürkütücü, tekinsiz bir polis rolüne oturmuş. Gerçek hayatta görsem korkardım. Kurbanlarla ki aynı zamanda tecavüzcü suçlular oluyorlar, hiç tanışmıyoruz. Onlara ne acıyoruz, ne öfkeleniyoruz. Gerilim sağlayacak pek bir unsur yok filmde. Kimse için tasalanmıyoruz, katil yakalanacak mı diye dert etmiyoruz. Nihai hesaplaşmada da bir zirve yaşanmıyor. Psikanalitik okumalarla film ilginçleşse de bunun hedeflenen bir şey olduğunu sanmıyorum. Sonuçta bir stil çalışması olarak fena değil ama başta da dediğim gibi tehlikeli sularda yüzen bir film bu.   
Son bir not: Sırrı Süreyya Önder filmin sürpriz oyuncusu ve kesinlikle de en iyilerinden biri. Hoş geldin Sırrı hocam!