El Sistema’ bir devrim! Üç yüz elli bin kişiyi angaje eden bir sisteme; yoksul çocuklara müzik öğreten, onlara bir kimlik...

El Sistema’ bir devrim! Üç yüz elli bin kişiyi angaje eden bir sisteme; yoksul çocuklara müzik öğreten, onlara bir kimlik, bir hayat veren bir sisteme ‘devrim’ sıfatı uyar

‘Müziğin Devrimci Sesine Kulak Verin’: Venezüela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası’nın (VSBSO) İstanbul’da vereceği konserler gazetemizde bu başlıkla duyurulmuştu. Çağrıya kulak verdim, dört gün süren etkinliklere elimden geldiğince katıldım. Evet, şu berbat dünyada iyi şeyler de oluyor! İyi kelimesi de yetmez, şahane şeyler de oluyor! ‘El Sistema’ bir devrim! Üç yüz elli bin kişiyi angaje eden bir sisteme; yoksul çocuklara müzik öğreten, onlara bir kimlik, bir hayat veren bir sisteme ‘devrim’ sıfatı uyar. El Sistema hayırsever bir kültür faaliyetini çok aşmış bir hareket. Ama sadece Venezüela’da değil Türkiye’de de bir şeyler oluyor, o büyüklükte olmasa da. Pazar akşamı Galata Kulesi’nin dibindeki meydanda büyücek bir kalabalık toplandık. Cumartesi günü de benzer etkinlikler yapılmıştı ama ona katılamamıştım. Pazar akşamı (7 Ağustos) küçük meydanda kurulan sahneye önce Edirnekapı Barış İçin Müzik grubu çıktı. On iki kişilik bu gencecik grubun dokuzu akordeon, diğer üçü de çeşitli nefesli çalgılar çalıyordu. Bu gencecik grubun ilk çaldığı şarkılardan birinin “yaşlı insanlar nereye giderler?” sorusunu sormasına ne demeli (Beatles’ın ‘Eleanor Rigby’si)?  O akşam şahane bir genç grubumuz daha sahne aldı: Sulukule Çocuk Sanat Atölyesi! Kentsel yenileme projesiyle evleri yıkılan ve kültürleri büyük darbe yiyen Roman çocuklara geleneklerini sürdürebilmeleri için başlatılmış bir projeydi bu. 9-17 yaşlarındaki 60 çocuk bu projeden yararlanmış. İşte bu projeden çıkan bir ritm grubu o akşam sahne aldı. Şahaneydiler. Helal olsun size şoparlar dedik! Bu projeye destek sağlamak istiyorsanız adresleri: sulukulecocuksanatatolyesi@gmail.com.

GECENİN VENEZÜELALI KONUKLARI DA VARDI
Gecenin elbette Venezüelalı  konukları da vardı. VSBSO’nun, biri nefesli çalgılardan, diğeri ise vurmalılardan oluşan iki alt grubu o gece konser verenler arasındaydı ama bizimkilerin yanında biraz sönük mü kaldılar ne?

DEVRİMCİ HAREKETİ BİLENLER DE ORADAYDI
Asıl büyük senfoni orkestrasının verdiği konserler ise Pazartesi ve Salı akşamları Haliç  Kongre Merkezi’nde gerçekleşti. O gece İKSV başkanı Bülent Eczacıbaşı orkestranın ve El Sistema’nın kurucusu Jose Antonio Abreu’ya Yaşam Boyu Başarı Ödülü verdi. Abreu salonda dakikalarca ayakta alkışlandı. İKSV izleyicisi Aynur’u yuhalayan şovenlerden oluşmuyor. Sosyal ve kültürel devrimci bir hareketi bilen ve takdir eden büyük bir kitle vardı bu dört gün boyunca. Bu gerçeği de hatırlatmak isterim. Aynur’a gösterilen faşizan tepkiye gösterilen haklı tepki, bazen toptancı bir suçlamaya ve aydın karşıtı bir popülizme kayma eğilimine girmişti.

‘BİS’ BÖLÜMÜNDE YAŞANAN COŞKU
Orkestra ilk gece sadece Çaykovski’den çaldı. İkinci gece ise Ravel, Castellanos, Chavez ve Stravinski’nin eserlerini çaldılar. Şef Dudamel yönetimindeki gençler bana kalırsa çok iyiydiler. Üç eser, Stravinski’nin Ateşkuşu Süiti, Ravel’in Daphne ve Chloe Süiti ile Çaykovski’nin Romeo ve Juliet Uvertürü benim favorilerim oldu. Ama klasik müzik konusunda konuşacak yetkinlikte olmadığımı belirteyim hemen. Fakat asıl büyük coşku ikinci gece “bis” bölümünde yaşandı. İlk gece bis yapmamışlardı ama ikinci gece asıl program sona erdikten sonra ışıklar söndü. Genç elemanlar ceketlerini çıkarıp Venezüla yazılı ve ülkenin renklerini taşıyan yağmurluklarını giydiler. Dudamel gitti, yerini genç orkestra şefleri aldı. Sonrası müthiş eğlenceli bir şovdu; anlatılmaz yaşanır. Konser sonunda yağmurluklar seyircilere atıldı ya da elden verildi. Kızım ve ben birer tane yağmurluk takdim edilen seçilmişler arasında yer almaktan büyük mutluluk duyduk.

Abreu, Dudamel ve VSBSO sadece konserler verip, ülkelerine dönmediler. El Sistema’nın Türkiye’de de kurulması için adımlar atıldı. Eğer devlet bu işe sahip çıkarsa olur. Şahane de olur.
 
Haftaya bakış

Haftanın iki filmi de üzerine yazma isteği çok istetmeyen cinsten. ‘Kral Henry’ Fransa’nın kanlı mezhep savaşları yıllarına götürüyor seyirciyi. Katoliklerle Protestanların birbirini kırdığı bir dönemde Navarralı Henry, Prenses Margot ile evlenerek tahta çıkıyor. Klişelerle ve basmakalıp tiplemelerle dolu bir film ‘Kral Henry’. Televizyona daha çok yakışıyor.

‘Patrondan Kurtulma Sanatı’ çok daha başarılı kesinlikle. Sıkılmadan hatta çoğunlukla eğlenerek izleniyor. Ama bu filmin de bir derinliği olduğunu söylemek güç. Kapitalizmin, işgücünden başka satacak bir şeyi olmayanlar için kölelik olduğunu bir kez daha göstermesi filmin pozitif yanlarından. Ama ortada bir sosyal eleştiri olduğunu söylemek de pek mümkün değil. Patronlarından nefret eden üç arkadaşın caniyane planları komik durumlara yol açıyor. Bir sürü iyi oyuncu var, Donald Sutherland ve Kevin Spacey gibi ama rolleri onlardan pek az şey talep ediyor. Fakat eğlenceli film, rahatsız da etmiyor.

Aydın Orak’ın Berivan adlı  filminin Cannes’da Türkiye’yi temsil ettiği iddiası üzerine söylenecek yeni bir şey yok. Her şey söylendi. Ben de Cannes’daydım ve ben de şahidim: Berivan, Cannes’da Türkiye’yi temsil etmedi. Ülke standlarında film gösterilmiyor, dolayısıyla Türkiye standında da ne Berivan ne de başka bir film gösterildi. Cannes Festivali bittikten aylar sonra böyle bir iddiada bulunmanın anlamı nedir, beni aşıyor.

Eylül ortalarına kadar yazılarıma ara veriyorum. Biraz tatil yapacağım. Şimdilik hoşça kalın!