En çok korktukları: Örgütlülük

BUSE İLKİN YERLİ 

Eylemlilik hepimizin olumladığı ama iş başa düşünce çoğumuzun kenara çekildiği bir alan. Hele hele de muhalefetin kendisinin bile herşeyi sandığa kilitlediği bu dönemde, 12 Eylül’den beri büyük çoğunluğumuzun genellikle korkuyla kenara çekilişi iyice yaygınlaşıyor. Bu anlamda Gezi bir kırılma noktasıydı. Örgütsüz olanların katılımının yüksek olduğu bir direnişti. Büyük çoğunluk için özlemle anılan günler olmasının ötesine geçememesi de belki bu kesimin örgütlü bir topluluğa dönüşebilmesinin yolunun bulunamamasıydı. Evet çok güzeldi, ama kabul edelim ki geniş kitleler için sönümlendi.  

Oysa ülkenin birçok yerinde çeşitli direnişler, grevler vargücüyle sürüyor. Ancak katılım ve destek hiçbir zaman yeterli ölçüde değil. Buradan çıkartacağımız temel sonuç sanırım örgütlü olunmadan geniş kitlelere ulaşmanın her seferinde tekrarlanacak bir “mucize” olmadığı.  

Selçuk Erez’in bu kitabı yazma nedeni sanırım neden herkes şikâyetçi, herkes twitter’da kahraman ve akıldane iken bazılarının elini taşın altına koyduğunu anlamak ve anlatmak. Eylemlerde Çocuklar Gibi Şendik bireysel anlatılardan oluşuyor. Her zaman eylemci olmayı seçenlerin anlatıları bunlar. Çoğunlukla maruz kalınmış bazan da tanık olunmuş güçlü bir adaletsizliğin bir kıvılcım olduğu sonucunu çıkartmak mümkün bu anlatılardan. Ancak kolayca bireysel bir efelenmeye dönüşebilecek bu itirazların eylemciliğe dönüşmesinde ulaşılabilir bir örgütün bulunmasının etkisini de gözden kaçırmamak gerekiyor.  

Kendisi de bir doktor olan ve TTB içinde birçok eylemin içinde yer alan Selçuk Erez’in bize aktardıkğı eylemcilerin çoğu doğal olarak bu çevreden. Ancak hepsinde gördüğümüz ortak nokta, -şu ya da bu şekilde adaletsizliğe itirazın ötesinde- bir örgütlerinin olması. TTB’nin doktorların bir meslek odası olmasının ötesinde -tıpkı benzeri diğer meslek odaları gibi- nasıl bir toplumsal bilinç ve itiraz merkezi olduğunu çok iyi anlıyoruz bu kitabı okurken. Neden diğer birçok meslek odasıyla birlikte kapatılmak istendiğini de tabii. Baroların neden bölündüğünü de…  

Kişisel cesaretin yanında yüklenilmiş toplumsal sorumluluğun da yerini gözden kaçırmamak gerekiyor elbette. Kimileri gerçek kimileri kurgusal olan bu bireylerin anlattıklarından çıkacak sonuçlardan biri elbette kişisel cesaretlerinin çok güçlü olduğu. Ancak bu da yeterli mi herşeyi açıklamaya emin olamayız. Sanki toplumsal sorumluluk duygusu bu cesareti hem besliyor, hem de önüne geçiyor. Sonuçta bireyselliğin alabildiğine yüceltildiği, neredeyse herşeyin bireyin efsanevi öyküsüne bağlandığı ama geniş toplum kesimlerinin de ezilip dağıtıldığı, kısacası kimseye de sanal bir yanılsamanın ötesinde birey olabilecek nefes alanının bırakılmadığı bir dünyada, toplumsal sorumluluk duygusuna ne kadar ihtiyaç olduğunu kitabı okudukça daha iyi anlıyoruz. Aslında Gezi Davası nedeniyle tutuklu olanların da, ceza alanların da gerçek suçu bu: Bireyin tek başına kendi dünyasında değil, ancak toplumsal bir sorumluluk duygusuyla örgütlü biçimde dile getireceği itirazının bir geçerliliğinin olabileceğini bize öğretmeleri. En korktukları bilgi bu galiba.  

Eylemlerde Çocuklar Gibi Şendik bu bakımdan hem bir tanıklık hem de bir hatırlatma kitabı. Edebiyat lezzetiyle okuduğumuz ama lezzetle yetinmediğimiz bir kitap.