Toplumun diğer bileşenleriyle, ötekilerle, doğayla ve yaşadığı fiziksel çevre ile barış içinde olmayı öne almayan bir eğitim içeriğinde ne insani güvenlik, ne de huzurlu bir eğitim ortamı ihtiyacı karşılık bulabilir.

En değerli değer barış

Ayşe Alan - Eğitimci,Yazar

“Krizler Çağında Değerler Eğitimi” başlıklı bir önceki yazımda MEB’in muhafazakâr bir çerçeveye oturttuğu değerler eğitimine dikkat çekmiş ve yazıyı “Çocukları krizlere karşı sağlamlaştırmak, güçlendirmek, desteklemek, bunu yaparken de çocuğun iyi olma halini merkeze koymak gerekiyor. Değerler eğitimini ancak bu şekilde ele alırsak çocuğun üstün yararını gözetmiş oluruz” diye bitirmiştim. Ancak mevcut eğitim tasarımı ve ortamımızın bunu başarmaktan çok uzak olduğunu düşünüyorum. Bunun elbette birçok nedeni var.  

Eğitim Kalkınma İçin mi, İnsan İçin mi? 

Öncelikle Türkiye’de eğitimin odağında ekonomik kalkınma ve insan yetiştirme var. Yetiştirilen “insan” da duyguları, benliği, zihinsel varlığı ve farklılıklarıyla bir insan değil, ekonomik hayatın ve siyasal düzenin sürekliliğini sağlayan bir tür alet. Üretici olarak, tüketici olarak, ekonomik değer olarak, siyasi destekçi olarak bir değeri olan ancak bir zihinsel varlık olarak pek de değeri olmayan bir insan. Lafı eğip bükmeden söyleyelim: Bunun nedeni neoliberal politikaların ezici baskısı. Lider, girişimci, eleman ya da mucit her ne yetiştiriyorsanız onun piyasa ile kopmaz bir ilişki içinde olması istendiğinden eğitimin içeriği yaşadığımız toplumla, doğayla, diğer ülke ve toplumlarla kurulan faydacı bir ilişki üzerine oturuyor.  

Sınav sistemleri mesleki eleme, okullaşma meslek edindirmek üzerine kurulu. “Kariyer” neredeyse biricik hedef oldu. Kariyer kavramı ortaokullarda bile çokça karşılaşılan bir kavram oldu. Giderek artan sayıda okulda kariyer günü etkinlikleri en önemsenen etkinlikler haline geliyor. Girişimcilik dünyanın en önemli meziyeti gibi anlatılıyor. Çocuklarımız ya işçi ya da girişimci olmalılarmış, başka seçenekler yokmuş gibi bir ikilemle eğitilirken yoksulluk tabana yayılıyor ve derinleşiyor. Bu yayılma çocukların eğitim haklarının her geçen gün daha çok tırpanlanmasına neden oluyor, çünkü kamusal eğitim kamucu olma özelliğini çoktan yitirdi. 

Doğanın Hükmedeni Değil, Parçası Olarak İnsan 

Bir diğer konu insan-doğa ilişkisi. Sadece sosyal bilimlerde değil pozitif bilimlerde de “insan” bir çeşit kurgulanmış aygıt gibi doğayı yenmek, kaynakları kullanmak, böylelikle daha çok gelir elde etmek, daha çok gelir elde edilmesi için daha çok bilim yapmak gibi bir sarmalın içerisinde yetiştiriliyor. Doğa ile birlikte olmak değil, doğaya hükmetmek, onunla savaşmak gibi bir zihin yapısı var. Bu zihin yapısının değişmesi için de “insan” denilen varlığa ve onun doğayla dolaysız ilişkisine yeniden ve yeniden bakmak gerekiyor.  

Yuval Noah Harari, Sapiens isimli kitabını yazmadan yıllar yıllar önce iki Rus yazar M. İlin ve E. Segal İnsan Nasıl İnsan Oldu? başlıklı insanın evrimini anlatan bir kitap yazdılar. Kitap aşağıdaki satırlarla başlar: 

Bu dünyada bir dev var. 

Bu devin öyle güçlü kolları var ki, hiç güçlük çekmeden bir lokomotifi kaldırabilir. 

Bu devin öyle ayakları var ki, günde binlerce kilometre koşabilir. 

Bu devin öyle kanatları var ki, bulutlar üzerinde, kuşların çıkamadığı yüksekliklerde uçabilir. 

Bu devin öyle yüzgeçleri var ki, su altında balıklardan daha iyi yüzebilir. 

Bu devin öyle gözleri ve kulakları var ki, görülmeyeni görür, başka kıtada konuşulanı işitir. 

Bu dev o kadar güçlüdür ki, dağları delip geçer ve doludizgin akıp giden suları durdurur. 

Bu dev, yeryüzünü istediği gibi değiştirir, ormanları diker, denizleri birleştirir, çölleri sular. 

Kimdir bu dev?  

Bu dev insandır.” 

Ve şöyle devam eder: “Acaba insan nasıl dev oldu, nasıl dünyanın efendisi oldu?” 

Elbette bu sorunun cevabını vermek o kadar da kolay değil. Koskoca insanlık tarihine bakmayı, birçok açıdan deşmeyi gerektiriyor. Evet, insan bir dev oldu. Doğaya hükmetti. Doğayı aştı, teknoloji üretti. Bugün geldiğimiz noktada, bir tık ile milyonlarca bilgiye erişim var. Dünyanın bir ucuna ulaşmak çok kolay. Mesela salgın döneminde öğretmenler evlerinden canlı ders yapabildiler. 

Daha Çok Teknoloji Daha İyi İçerik Demek Değil! 

Birçok teknolojik imkân, dersleri etkileşimli hale getiriyor. Öğrenmeyi hızlandıran, kalıcı hale getiren, ölçme-değerlendirmeyi çok daha etkili hale getirebilecek araçlar da sunuyor. Ve belli ki insan bunun daha da ötesine geçecek. Ancak insanın merkezde ve her şeyin üstünde olduğu bir anlayış bizi yeni krizlerin eşiğine getiriyor. 

Eğitimde daha çok teknoloji daha iyi bir içerik anlamına gelmiyor. Tarihi, coğrafyayı, bilimi, tekniği, insanın doğa ile baş etmesine, hükmetmesinin hikâyesi olarak kurguladığımız müddetçe kendisine yabancılaşmış, insan olarak değerinin ve doğa ile ilişkisinin yarattığı ve yaratabileceği potansiyel değerlerin farkında olmayan bireyler yetiştirmeye devam edeceğiz. 

Bir yandan insanın “savaşı”nın sadece doğa ile olmadığını biliyoruz. İç ve dış düşmanlar da var. Çocukları sürekli bir tehdit algısı ve korku ile karşı karşıya bırakan, güvenlik politikaları, iç ve dış tehditler, jeopolitik konumumuzun neredeyse memleketimize verilmiş bir ceza gibi öğretiliyor olması da cabası. Ülkemiz jeopolitik olarak o kadar önemli bir konumda ki sürekli tehditlere karşı hazır olmamız gerekiyor. Böyle tanımlanmış bir ülkenin yurttaşına yönelik müfredat tasarımının ve değerler eğitiminin kurgulanışı da tektipçi, görev biçen, militarist ve muhafazakâr bir yansıma oluyor haliyle. 

İhtiyacımız Olan Değer: Barış 

Oysa en temel ihtiyacımız, çocuğun kendini ifade edebildiği güvenli eğitim ortamları. PISA 2022 Raporu’na göre, Türkiye’de çocukların okulda kendini güvenme hissetme oranı OECD ülkeleri ortalamasının altında. Ayrıca okulda çeşitli şekillerde zorbalık gördüğünü ifade eden öğrenci sayısı da OECD ortalamasının üzerinde. 

Barış, UNESCO’nun yayınladığı 17 evrensel değerden biri. Tek başına barış da yeterli değil elbette. Bir temel değer olarak barış, hem en geniş çerçeveyi sağlıyor, hem de sağlıklı bir toplumsal yaşam için gerekli sevgi, saygı, hoşgörü, empati, diğerkâmlık, şiddetsizlik, adalet, sorumluluk gibi değerlerin ortak paydasını oluşturuyor.  

Toplumun diğer bileşenleriyle, ötekilerle, doğayla ve yaşadığı fiziksel çevre ile barış içinde olmayı öne almayan bir eğitim içeriğinde ne insani güvenlik, ne de huzurlu bir eğitim ortamı ihtiyacı karşılık bulabilir. Çocukların fiziksel ve ruhsal olarak korunmadığı okullarda; onların zihinlerini özgürleştirmeyen, sağlıklı bireyler olmaları yerine ekonomik bir aparat olarak yetişmelerini öne alan ve dinsel ödevleri evrensel değerlerin yerine koyan bir müfredatla yürünen yol bizi daha iyi bir geleceğe götürmeyecek. 

Çocuğun sosyal duygusal ihtiyaçlarına karşılık gelen değerlerin bir ucu toplumsal barışa, farklılığın bir değer olduğu vurgusuna, bir ucu insanın doğa ile barışmasına, bir ucu ulusal ve ulus aşırı güvenlik politikalarının ötesine uzanıyor. İçinde göçmenliğin, çocuğun barış hakkının, insani güvenliğin, çocuk katılımının, toplumsal barışın yer aldığı, hak temelli yaklaşımın yapıtaşlarını barındıran bir eğitim, çocuğun iyi olma hali sağlamanın tek garantisidir.