Sosyalistler olarak seçİmlere ilişkin değerlendirmeler yaparken kendimizi çoğunlukla burjuva siyasal sisteminin içinde siyasal siyasal partileri değerlendirirken bulabiliyoruz

Engels’ten seçim yorumları

GAMZE YÜCESAN ÖZDEMİR*
yucesangamze@gmail.com

1 Kasım seçimine ilişkin yorum ve değerlendirmeler sürerken, bu sürecin yöntem ve içeriğine ilişkin tartışmalar, gündemin sıcaklığında ya görmezden geliniyor ya da gereksiz bir iş gibi kavranıyor. Halbuki seçimlere ya da parlamenter siyaset alanlarına ilişkin tartışma yürütmek, sosyalistler için, yalnızca günceli betimlemeyi değil, aynı zamanda bu tartışmaların yöntem ve içeriğine ilişkin farklı bir kavrayışa da sahip olmayı gerektiriyor.

Oysa sosyalistler olarak seçimlere ilişkin değerlendirmeler yaparken kendimizi çoğunlukla burjuva siyasal sisteminin içinde siyasal partileri değerlendirirken bulabiliyoruz. Burjuva siyasetinin siyaseti şekillendiren soru sorma ve düşünme biçimlerini reddetmediğimiz noktada onların belirlediği saha içinde top oynamaya devam ediyoruz. Burjuva siyasetinin şekillendirdiği ve sorduğu sorular sosyalistlerin siyaseti anlama biçimine bir saldırıdır aslında. Farkında olmadan, biz sosyalistler de onların sorduğu “yanlış” sorulara “doğru” cevaplar üretmek gibi imkansız bir işin içinde buluyoruz kendimizi.

Bu noktada belirtilmeli ki, seçimin ardından ortaya çıkan tabloya bakıp süreci “1 Kasım öncesi” ve “1 Kasım sonrası” olarak değerlendirmek, siyaseti tarihsel-toplumsal bütünlükten koparan ve yalnızca seçime ve sandığa hapseden burjuva siyasetinin düşünme biçimine denk geliyor. Sosyalistler, süreci kendi kavram ve yaklaşımı ile ördüklerinde sorular şöyle şekilleniyor: “Sınıf siyasetinin zayıflıkları nelerdir?” “Sınıf siyasetini güçlendirmek için yürünecek yol nasıl olmalıdır?” Tüm bunların kapsayıcı çerçevesi ise sınıfı nasıl ele almalı, nasıl analiz etmeli sorusudur.

Bu soruya verilecek pek çok farklı yanıt bulunabilmekle birlikte, bu kez sınıfın durumuna dair “ilk” metinlerden birine dönmek faydalı olacaktır: Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı kitabına. Engels’in kitabı, sahip olduğu yöntem, kuram ve siyasal ufuk açısından tarihsel anlamda öncü ve çığır açıcıdır. İnsanlığın özgürlük ve eşitlik mücadelesinde bir kilometre taşı ve vazgeçilmez bir yapıttır. Tam da bu nedenle, kitabın sahip olduğu yöntem, kuram ve siyasal ufuk, bugün işçi sınıfını nasıl ele almalı ve nasıl analiz etmeli noktasında hala çok kritiktir.

Engels, 1842 yılında yirmi ikinci yaşında iken İngiltere’ye gitti. Almanya’da pamuklu imalatçısı olan ve aynı zamanda Manchester’da da bir şube açacak kadar öngörülü olan Baba Engels, devrimci oğlunu Almanya’daki siyasi ortamdan çekip çıkarmak ve bir işadamı yapmak için Manchester’a göndermek istiyordu. Engels ise modern dünyadaki ciddi devrimci güç olarak gördüğü İngiliz proletaryasının büyük hareketlerine yakın olmak için Manchester’a gitmeyi kabul etti. Engels, 1842 ile 1844 yılları arasında Londra’nın, Leeds’in, Manchester’ın gürültülü caddelerinde ve işçi mahallelerinde emekçi sınıfların yaşamını ve mücadelesini gözlemledi. 1845 yılında İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı kitabını yayınladı.

engels-ten-secim-yorumlari-90176-1.Kitabın yayınlandığı dönemde yapılan diğer çalışmalar, işçi sınıfını belli bazı kesim ve sanayilere göre araştırır ya da tasvir ederken, Engels sınıfın bütününü gören bir perspektif benimsedi. Engels’in bu yöntemsel pozisyonu bugün için de oldukça önemlidir. Engels’den hareketle yapılması gereken, olgusal olarak var olan farklılıkları görmezden gelmek değil, tüm bu parçalanmışlığı ve farklılığı ortaya çıkaran temel ortaklık zeminini ve temel tarihsel eğilimi çözümlemek olmalıdır.

Engels, eserinde, işçi sınıfının durumunu gözden geçirmek ve betimlemekle yetinen bir yöntem yerine, söz konusu durumun toplumsal ve siyasal sonuçlarını çözümlemeyi amaçlayan bir yöntemi işe koştu. Dolayısıyla İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, sınıf üzerine çalışırken salt anlamak değil, analitik bir kavrayışa da sahip olmanın somut bir örneğini oluşturdu. Bu nokta sosyalistler açısından günümüzü anlamak için önemli bir ufuk barındırmaktadır: Salt anlamakla yetinen yaklaşımların politik uzantısı olarak ortaya çıkan vicdan siyasetinin ötesinde, politikleşmiş bir sosyalist hat örmek önemlidir. Bu da bizi yeniden toplumsal dip dalgasını örgütleme meselesine getiriyor ki, önümüzdeki dönem yapılması en güç ama en elzem olan görev budur.

Engels’in incelemesinde proletarya sefalet koşullarına rağmen yalnızca acı çeken bir sınıf değildi, aynı zamanda tarihsel olarak da bu yapıyı ortadan kaldıracak güce sahipti. Lenin’in ifadesiyle Engels, “proletaryanın yalnızca acı çeken bir sınıf olmadığını, ama utanç verici ekonomik durumunun onu karşı konulmaz bir biçimde ileri doğru ittiğini ve kendi nihai kurtuluşu için savaşım vermeye zorladığını ilk söyleyenler arasındadır”. Engels, proletaryanın sefalet ve umutlarını derinliğine tanımlamayı ve betimlemeyi bilmiş, onları yalnızca sermayenin baskısı altında acı çeken değil, insanlığa yaraşır bir yaşam için savaşan ve buna gücü yeten insanlar olarak göstermeyi de başarmıştır. Bu, sınıf yerine “ezilenler” söylemini ikame etmeye çalışanlar için de yalnız yöntemsel değil politik olarak da verilmiş bir cevaptır.

Engels, İngiliz işçi sınıfını yalnızca fabrikalarda değil, gündelik hayatın içinde analiz etti. Dolayısıyla Engels, üretim noktası ve gündelik hayatın organik birliğine henüz 19. yüzyılda vurgu yapmıştır. Bugün için, gündelik hayat tartışmalarının “yalnızca üretim noktasına odaklanmayalım” derken üretim noktasından tümüyle koptuğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İşyeri ve/veya üretim noktası, gündelik hayatın üretildiği bir andır ve ayrıca işyeri dışındaki hayatı da belirleyici bir güce sahiptir.

Engels, kitap boyunca işçi sınıfını derin bir güvensizlik içinde yaşamaya mahkum, geleceği karanlık ve belirsiz olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla işçi sınıfının hayatla ve çalışmayla “eğreti” ilişkiler kurması, günümüzde moda olan prekarya tartışmalarının çok daha öncesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bugünü anlarken ve çalışırken proletarya kavramı geçersiz değil, tam tersine bu güvensizlik ve geleceksizlik çağında güncellenerek işe koşulması gereken temel bir kavramdır. Bunu böyle kabul etmek “arkaiklik” ya da “ezbercilik” olmadığı gibi proletarya kavramsallaştırması karşıt sınıfı da işaret ederek politik bir imkan ve mücadele odağı da sunmaktadır.

Engels, kitabında, direniş damarlarını aradı. İşçileri analiz ederken, bazılarının yenik düştüğünü ve ahlaksal açıdan çöktüğünü, bazılarının yazgısına boyun eğdiğini ve yasalara uyumlu yaşamı seçtiğini, bazılarının ise burjuvaziye karşı kendileri koruyup tüm güçleri ile insanlık onurunu savunduklarını serimledi. İşçi sınıfı mücadelesinin, insanlık dışı sömürüye karşı ilk büründüğü ani patlamalardan nasıl daha üstün mücadele biçimlerine geçtiğini gözlemledi. Engels, sınıf mücadelesinin, hayatın uzlaşmaz çelişkileri içinde ve hayatın her anı/alanı içinde sürekli üretildiğini gösterdi. Bugün için de önemli olan, devrimci kalkışmalar olmadığı anlarda da sınıf mücadelesini ve dolayısıyla işçi sınıfının direnişi görebilmek ve örebilmektir.

Yöntemsel olarak Engels işçi sınıfının kenar mahallerinde dolaştı, onların yoksulluğunu ve sefaletini kendi gözleriyle gördü. Engels şöyle demektedir: “Sizleri oturduğunuz yerlerde görmek, günlük yaşantınızda gözlemek, sizlerle yaşam koşullarınız ve acılarınız hakkında konuşmak, sizi ezenlerin sosyal ve politik iktidarına karşı mücadelenize tanık olmak istiyordum.” Bugün de sınıfı anlamak/açıklamak ve onlarla tanışmak için sınıfla ortak zaman ve mekanlarda birlikte olmak elzemdir. İşçilerin deneyimlerini ve gerçeklerini yalnızca “gazetecilik” edimiyle gözlemlemek değil, onları dinamik toplumsal ilişkiler bağlamında anlayabilmek ve açıklayabilmek önemlidir.

Ve bir devrimci olarak Engels, bize yalnızca “akademik meseleler” üzerine bir tartışma için yol/içerik değil; aynı zamanda “siyasi meseleler” üzerine dayanışma, yoldaşlık, insaniyet ve tevazu için de yol/içerik sunmaktadır. Engels şöyle demektedir: “Bütün hayatımı uygun olduğum şeyi yaparak geçirdim, yani ikinci kemanı oynadım. Ayrıca Marx gibi harikulade bir birinci kemana sahip olmaktan mutluydum.” Bu denli büyük ve mütevazı bir devrimcinin yazdıkları ve yaptıkları bugünün mücadelesinde yer alan “yüksek egolar”ın sorgulanması için de önemli bir alan açmaktadır.

Bu serimlemenin ardından başladığımız noktaya dönelim: 1 Kasım seçimini Engels’in kılavuzluğunda değerlendirmek sosyalist siyaset için hem yöntemsel ve içeriksel bir hacim sağlayacaktır, hem de “kendi dilimizden” bir analiz yapma şansını bize tanımış olacaktır. Bu, yalnızca günü kavramada değil, geleceğe ilişkin politik eğilim ve stratejileri şekillendirme sürecinde de kritik bir noktadır.

İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu kitabının 170’inci yılında Engels’i saygıyla anıyorum ve kitabındaki bir cümlesi ile bitiriyorum: “Güçlü bir sınıf mücadelesi, saraylara savaş, kulübelere barış getirecektir.”

*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi