Üniversitenin de bir cinsiyeti var; emekçilerinden öğrencilerine her alanda erkek egemen ilişki biçimleri ve eril şiddeti yeniden üretiliyor.

Eril şiddetin farklı tezahürleri

Aysun GEZEN

Akademisyen

Yükseköğretimin mekânı olarak üniversiteler şiddetten azade değil ve kadına yönelik şiddetin, erkek egemenliğinin çok farklı tezahürlerinin olduğu, farklı mekanizmalarla yeniden üretildiği yerler. Meseleyi birkaç düzeyde ele almak bu farklı tezahürleri ve şiddet biçimlerini ortaya koymak açısından önemli.

Akademisyen istatistiklerine ve cinsiyet dağılımına baktığımızda kadın araştırma görevlilerinin sayısının daha fazla olduğunu görüyoruz. Ancak bu durum devlet üniversitelerinde öğretim görevlisi düzeyinde değişiyor ve profesörlüğe kadar aradaki makas erkeklerin lehine açılıyor. Vakıf üniversitelerinde de bilhassa doçentlik ve profesörlükte benzer bir tablo var. Yönetim düzeylerinde akademinin eril yapısını daha sarih bir şekilde görmek mümkün. Üniversitelerdeki toplam dekan sayısı yaklaşık 1800 iken sadece 394 kadın dekan var; 129 devlet üniversitesinde kadın rektör sayısı 6; 19 kişilik Yükseköğretim Kurulu’nun sadece 2’si kadın ve YÖK’ün hiç kadın başkanı olmamış.

∗∗∗

Bu durum öğrenci sayıları için de çok farklı değil. Önlisans ve lisans programlarında toplamda kadın öğrenci sayısı, erkek öğrenci sayısından fazla; bu durum mesleklerin cinsiyetlendirilmiş yapısını değiştiremiyor. Doktora düzeyinde erkek öğrenci sayısı öne geçiyor.

Bunun en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz patriyarkanın siyasal, toplumsal ilişkilere derinlemesine nüfuz etmiş olması, cinsiyetçi iş bölümü ve bu temelde yükselen sömürü düzeni. Bilimsel alanda evlilik ve ailenin, erkekler için kariyerlerinde ilerlemeyi hızlandırıcı bir etkisi varken kadınlar için tam tersi bir etki (yavaşlatma/hiç ilerleyememe vb) yaratıyor. Üstelik bunun kadınların kendi seçiminin sonuçları olduğu, katlanmaları gerektiği yönündeki bakış açısı son derece hâkim. Eğitimin piyasalaşması, performansa dayalı rekabetçi yapısı, güvencesiz ve esnek çalışma biçimlerinin, parça başı, proje bazlı işlerin yaygınlaşması, bakım emeği yükümlülüklerinin eşitsiz biçimde kadına yüklendiği, kamusal hizmetin ortadan kaldırıldığı koşullarla birleşince kadınların bilimsel üretim için gereken zamanını da zaptediyor. Cam tavanla birlikte annelik duvarı da iş başında. Hamilelik, doğum izni ve hatta bir bütün olarak kadının potansiyel anne olma durumu projelerde tercih edilmemeden istihdama girememeye kadar farklı bir çok baskı ve şiddet biçimini beraberinde getiriyor. Kadınlar daha çok üretilmiş bilginin öğreticisi konumundaki işlerde yer bulurken, bilim üretme işi erkeklere ait gibi görülüyor. Üniversiteler mekânsal olarak da ikili cinsiyete dayalı cinsiyet rejiminin yeniden üretimine katkı sağlıyor. Bunun yanı sıra AKP’nin cinsiyetçi iş bölümüne, hiyerarşik, eşitsiz ilişkiler üzerine kurulu aileyi güçlendirmeye dayanan siyasal İslamcı piyasacı politikaları tüm “muhalif” öğrenci topluluklarının yanı sıra feministlerin ve ağırlıkla LGBTİ+ların topluluklarının kapatılmasına yöneliyor. Üstelik toplumsal cinsiyet eşitliği ve LGBTİ+ların varoluş mücadelesi idari ve cezai yaptırımlara konu oluyor; en temel haklarını kullananlar kampüslerde doğrudan polis şiddetine, özellikle desteklenen faşist ve dinci grupların tehdit ve saldırılarına maruz kalıyor. Bu grupların eril şiddet kültürü kampüsteki gündelik yaşamı dahi belirlemeye başlıyor.

∗∗∗

Üniversiteli genç kadınların konu olduğu haberlerin – ki maalesef çoğunlukla katledilmeleri – dili, üniversite öğrenimine devam eden kadınların “iffetsizleştiği, ahlaksızlaştığı” algısını yerleştirecek şekilde veriliyor; LGBTİ+lar sapkın olarak ele alınıyor. Makbul kadın imgesine uymayan her kadın ve LGBTİ+ siyasal, hukuksal, ekonomik, psikolojik, cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Ünvanı ve konumunu kullanan erkeklerin cinsel ve her tür şiddeti, iktidarın politikalarından da güç alarak giderek artıyor.  Barınma koşulları da son dönemde şiddeti arttıran bir başka unsur. Yurtların ulaşımı zor, merkezden uzak konumu, bedeni ve cinselliği denetlemeye yönelik uygulamalar farklı şiddet biçimlerini yeniden üretiyor. Diğer taraftan yurtların yetersizliği, kötü koşulları, konut fiyatlarındaki artış, derin yoksulluk gibi birçok nedenle öğrenciler kayıt dahi yaptıramadan aile evine geri dönmek durumunda kalıyor ve bilhassa genç kadınlar için özgürleşebilecekleri, görece güvenli ortamları da daraltıyor. Geleceksizlik ve anlam kaybı siyasi cinayetlere (intiharlara) yol açıyor. Pandemide ve deprem sonrası izlenen üniversite politikası da bu durumu derinleştirdi. Okuyabilmek için daha fazla çalışmak zorunda kalıyor gençler; genç kadınlar burada da dezavantajlı, eşitsiz koşullara maruz kalıyor, iş bulamıyor ya da daha düşük ücretlerle çalışıyor.

∗∗∗

Eşitsizliğin olduğu her yerde şiddetin farklı görünümleri de vardır. Üniversitenin de bir cinsiyeti var; emekçilerinden öğrencilerine her alanda erkek egemen ilişki biçimlerini ve eril şiddeti yeniden üretiyor. Her alanda ve üniversitelerde de toplumsal cinsiyet eşitliği, şiddetsiz, eşit ve özgür bir yaşam, özgür ve demokratik üniversite için 25 Kasım’da alanlarda olacağız.