AKP’nin satacak şeyleri olduğunu, bunları bulabileceğini düşünüyorum. Mega projeler, Kanal İstanbul Projesi, İzmir limanı, THY, bankalarımız…

Erinç Yeldan: 2002’de yaşananların kötü bir taklidini izleyeceğiz
Erinç Yelda. (Fotoğraf: MA)

Söyleşi: Yusuf Tuna Koç

Seçimler ardından ekonomideki kötü gidişat katlanarak sürüyor. Bu kötü gidişat en çok da en yoksul halk kitlelerine yansıyor. İktisatçı Erinç Yeldan ile Mehmet Şimşek’in ekonomi yönetimini, önümüzdeki dönemi ve AKP’nin değişim sınırlarını konuştuk.

Herkes “Mehmet Şimşek başarabilecek mi?” sorunu soruyor. Peki Şimşek’in başaracağı şey ne?

15 Temmuz ve öncesinden başlayarak atılan zam adımları, Merkez Bankasının mahcup bir şekilde 2,5 puan artırma ve hemen kur korumalı mevduat üzerine de zorunlu karşılık programının uygulamaya geçirilmesi ve bütün bunların yanında da Cumhurbaşkanının Arap dostlarımızla peş peşe yurtdışından sermaye girişini özendirecek arayışlara girmesi… Uzun vadeli yabancı ortaklıklar, yabancı yatırımı çekiyoruz kisvesiyle yurtdışından para girişini özendirmek. Bütün bunları alt alta koyduğunuz vakit aslında Mehmet Şimşek’in aynı 2001 krizi sonrasında AKP’nin ilk kuruluş döneminde devraldığı istikrar programının bütün evrelerini uygulamaya koyduğunu ve o beklenti içerisinde olduğunu görüyoruz. O program başarılıydı, bu programda da Mehmet Şimşek başarılı gözüküyor. Ama kim açısından başarılı? Şimdi Mehmet Şimşek’in uygulamaya koyduğu, Ortodoks, muhafazakâr olarak nitelediğimiz “istikrar” programı her şeyden önce finans kapitalin krizden çıkışının veya olası bir krize girmesinin engellenmesidir. Finans sermayesinin önünü açacak tedbirlerdir. Şu anda gerçekten de harfiyen finans sermayesinin tüm beklentilerini yerine getiriyorlar. Bu beklentilerin arasında neler var? Mali disiplin, aman kamu kesimi finans sektörü üzerinde herhangi bir ağırlık oluşturmasın, finans kesiminin spekülatif kararlarını bozacak, bunları gölgeleyecek, finans kesiminin kârlılığını engelleyecek belirsiz adımlar atmasın. Bütçe açığı oluşmasın. Faiz dışı fazla yani devlet bütçesi sadece faizleri idare eden bir bütçe olsun, bunun dışında faiz dışı harcamalar herhangi bir büyüklük ile ekonomi içerisinde bir gölge etmesin. Mehmet Şimşek ekibi bunu uygulamaya başladı. Öbür taraftan da faizler yükseltilsin fakat Yeni Şafak bugün çok anlamlı bir manşet attı; “İş insanları bundan tedirginlik duyuyor” diye. Hangi işinsanları, AKP’ye yakın, rantiyer, yandaş şirketleri olan işinsanlarının krediye erişimleri aman engellenmesin. Dolayısıyla finans sermayesinin yanında yandaş sermaye gruplarının kârlılığı, rant gelirleri engellenmesin, bunların önü açılsın. Bunların krediye erişimi hem pahalılaştırılmasın hem de kredi üzerinde engel yaratmasın. Dolayısıyla Mehmet Şimşek ve bir finans sermayesinin en gözde partisi olarak çalışan AKP bu adımlarla da başarılı uygulamalarda bulunuyor. Peki bu başarılar kim için başarı, bunu konuşmalıyız.

15 Temmuz’da alınan akaryakıt ve onu izleyecek olan zamlar, enflasyonu elbette azdıracak fakat bu kesimlerin zaten enflasyondan büyük bir zararı, kaygısı yok. Çünkü AKP yurtdışından getireceği sermaye gelirleriyle bu kesimlere şimdiden güvence vermiş durumda. Ayrıntılarını bilmiyoruz ama büyük olasılıkla “yabancı ortaklıklar” o ortaklıkların yerli adresleri de yine siyasi olarak belirlenecek. Bu anlamda hem döviz kuru üzerindeki baskının bu tür sermaye girişleriyle karşılanacağı, bunun bedelinin ulusal varlıklarımızın, kamu varlıklarımızın veya doğal güzelliklerimizin hangileriyle karşılanacağını şu an bilmiyoruz. Bu elbette hukuki denetimden kaçırılacaktır ve Türkiye’ye yabancı sermaye geliyor coşkusuyla bu bedel gizlenecektir ama bunun akçesi AKP’nin yandaş şirketlere aktaracağı rant mekanizması olacaktır.

Mehmet Şimşek ve ekibi aynı Babacan’ın ve hatta daha evvel özelleştirme furyası altında Unakıtan’ın uyguladığı programın benzerini inşa etme çabasında. Fakat ne var ki bir de küresel ekonominin şu anda bütün bu tatlı, güzel resmi bozan gerçekleri var. AKP 2001 krizi sonrasındaki IMF programını devralıp öncelikle finans sermayesinin bu krizden çıkışını tasarlarken dünyada da uluslararası finans piyasalarında son derece coşkulu, bol sıcak para, ucuz döviz ve ucuz likiditenin olduğu bir konjonktür içerisindeydi. Türkiye o zaman yükselen piyasa ekonomisi sıfatıyla, IMF programı, mali disiplin uyguluyorum diyerek, harcamaları azaltıp faiz dışı fazlada daraltıcı maliye politikasıyla dünya finans rutininde çok iyi bir öğrenci olarak yer almaktaydı. Ama dolaşan spekülatif sıcak paradan da bu yönle nemalanıyordu. Ancak şu anda uluslararası finans piyasalarında durum aynı değil. COVID sonrası küresel meta zincirlerinin tahrip edilmesi, Çin’in artık eskisi gibi çok fazla cari açık veren, ABD’nin de eskisi gibi çok fazla dış açık verdiği bir dünya finans sistemi yok. Finansal akımlar darılmış ve güvenli limanlara çekilmiş vaziyette. Bütün dünyada enflasyonist süreçle mücadele etmek için faizlerin yüksek olduğu daraltıcı bir konjonktür var. Dolayısıyla biraz kendi yağımızla kavrulmak ya da Avrupa-ABD dışından para bulmak zorundayız. Şu anda AKP’nin can havliyle Arabistan coğrafyasına yönelmesinin altında bu gerçek yatıyor. Fakat bunun bedelinin ne olacağını görüyor olacağız. 

Bedellerini göreceğiz diyorsunuz peki ülkede özelleştirecek bir şey kaldı mı? Ülkemizde artık 2002’deki gibi bir neoliberal finansal politika güdülebilecek bir gerçeklik var mı? Bir de Mehmet Şimşek’in iç talebi kısma mesajı var. Alım gücünün daha fazla azalacağı yorumları yapıldı. Siz nasıl görüyorsunuz?

Türkiye’nin son 20 yılını özetlerken; taşeron sanayi ile ucuz ithalat deposu ve ucuz işgücü haline dönüştürüldü, uluslararası iş bölümü içerisinde böyle bir konuma sürüklendi tespitini yapıyorduk. AKP’nin en iyi yaptığı iş bu ve şimdi bunu uyguluyor. Asgari ücret artıyormuş gibi gözüküyor fakat artan döviz kuru karşısında Türkiye ucuz işgücüne sahip bir ülke. İkincisi bunu yaparken diğer maaş ve ücretler aynı oranda artırılmadığı için bütün ülkenin ortalama ücretleri asgari ücrete indiriliyor. DİSK-AR’daki Aziz Çelik gibi arkadaşlarımız bunu çok iyi ortaya koydu. Türkiye bir bütün olarak ucuz asgari ücretleştirilmiş bir ücret düzeyinde çalışan, yoksulluk düzeyi daha da aşağı inmiş bir ekonomiye dönüştü. Bu arada işgücü fazlası göçmen işçiler tarafından iyice sıkıştırılarak dibe doğru bir yarış, Uzak Asya’nın küreselleşme evresindeki çalışma kamplarını andırır seviyede, sosyal hak ve güvencelerden uzaklaştırılmış bir işgücü deseni önümüze çıkıyor. AKP 2023 ve sonrasını bu ucuz iş gücü düzeninden elde edeceği maliyet avantajıyla yine “rekabetçi kur” ile ihracat fazlası elde etmeye soyunuyor. Aynı 12 Eylül faşizmi ardından Türkiye ekonomisinin ihracata yönelik büyüme döneminde olduğu gibi 2002 sonrasında Unakıtanların, Babacanların, Şimşeklerin devraldığı “iç piyasayı oldukça daraltalım, ihracat yaratalım, arada oluşan dengesizlikleri de sıcak para ya da özelleştirmelerle finanse edelim” programı belirlendi.

Satacak ne var dediniz. AKP’nin satacak şeyleri olduğunu, bunları bulabileceğini düşünüyorum. Mega projeler, Kanal İstanbul Projesi, İzmir limanı, THY, bankalarımız… Latin Amerika’da Şili sonrasında gördüğümüz özelleştirme furyasından şu anda akıl ve mantığa sığmayacak o kadar çok varlık satış piyasasına konulabilir ki hiç şaşırtıcı gelmez AKP’nin bugün güncel olarak olmasa ileriki nesilleri ipotek altına alacak varlıklar satılabilir. Dolayısıyla ben AKP’nin bu konuda başarılı olmasından endişeliyim. Uluslararası sermayenin yerli işbirlikçileriyle beraber üzerine konacak birçok kamu varlığı ve doğal varlıklar; ormanlar, limanlar, topraklarımız, bulunacaktır. O yüzden “satılacak bir şey kalmadı” demek kendimizi aldatmak olur. Ne yazık ki bulacaktır AKP.

Bunu duymak üzücü oldu.

Ortada kaç trilyonluk bir varlık fonu var. Başında cumhurbaşkanı var. Ondan evvel damadı başındaydı. Bütün bunları bize son derece kaygı verecek tasarımlar olarak değerlendirmek durumundayız. Malum varlık fonu bir yasal denetimden muaf, Erdoğan’ın iki dudağı arasındaki iki söze bakıyor. Coğrafyamızda şu anda vitrinde olmayan birçok doğal varlık, doğal güzellik eminim ki yerli ve uluslararası sermayenin iştahını kabartıyor.