Hollanda ile yaptığımız Dünya Kupası Grup maçının yankıları hala sürüyor. Günlerdir Teknik Direktör Abdullah Avcı’nın yaptığı kadro tercihiyle alakalı eleştirileri dinliyoruz. Bu yazıyı Estonya maçının hemen öncesinde yazdığım için son kadro hakkında bilgim yok ama muhtemelen alınacak sonuca göre bu maçın kadrosu da iğdiş edilecektir…

Bir eleştiri mahkemesi kuruldu yine. Sonuç odaklı yaşayanların kurduğu bir mahkeme elbette. Abdullah Avcı’nın, Gökhan Gönül ve özellikle de Selçuk İnan’ı ilk 11’e almamasını kendine iş edinenlerin mahkemesi…

İlk bakışta futbolu takip eden herkesin dudak bükeceği bir tercih olduğunu ben de kabul ediyorum ama unutulmamalı ki; orada bir teknik var ve son söz onun. Daha önce Guus Hidding ve Fatih Terim dönemlerinde de benzer tartışmalar yapılmıştı/yapmıştık. Ama daha ilk maçtan itibaren bir teknik adamın tercihlerine böylesine yüklenmenin insafsızlık olduğu çok açık. Kaldı ki; rakibimiz öyle alelade bir takım da değildi. Hollanda’dan bahsediyoruz!

Onların, Euro 2012’de aldıkları kötü sonuçlara bakarak, kendimizi darı ambarı rüyası gören tavuk yerine koymanın acısını yaşıyoruz belki de. Özgüven denen şey iyidir mutlaka ama neyin özgüvenidir bu adını koymak lazım? Çalışmanın mı yoksa altyapılardaki başarının mı? Ya da Avrupa Kupalarına katılan takımlarımızın üstüste turlar geçmesinin verdiği rahatlık mı?

Elbette bu saydıklarımın hiçbiri yok bizde. Altyapıların ne halde olduğunu herkes biliyor. Birkaç istisna takımın dışında altyapı gerçeğine kimsenin inandığını düşünmüyorum. Dolayısıyla üstyapılar da bunun ceremesini çekiyorlar. Nasıl mı? Hem her sezon dünyalar kadar para harcayıp hem de çıktıkları ilk Avrupa maçlarında elenerek tabii ki…

Eskişehirspor, Trabzonspor, Bursaspor ve Fenerbahçe, bu yıl bilmem kaçıncı defa bu gerçekle yüzleştiler! Takım adlarını silin, yerlerine diğerlerini yazın. Emin olun sonuçlar pek değişmeyecektir…

Ortada bir futbol cenazesi duruyor ama spor medyası hala Hollanda maçının kadrosunu tartışmaya devam ediyor. Asıl ilginç olan bu belki de…

.*** *** *** *** ***

Ülkede bunlar tartışılırken Amsterdam Arena’da başka bir dünya vardı. Yaklaşık 20 bin gurbetçinin destek verdiği maçta kulaklara gelen bir ses dikkat çekiciydi. “Ayağa kalkmayan Ermeni olsun!”

İşte yaratıcı zekâ denilen şey bu olmalı! O ana dek uyuyan “Türkler” bir anda Ermeni olma korkusuyla şahlandılar. Yoksa ele güne rezil olmak vardı bir maç uğruna. Akşam eve gittiklerinde eşlerinin, işe gittiklerinde iş arkadaşlarının aşağılayan bakışlarıyla yaşamak vardı. Bir Ermeni gibi yaşamak yani…

Sanki Hollanda-Türkiye maçını değil de Erzurum’un düşman işgalinden kurtuluşunu izliyoruz hissine kapıldım. Maça motive olabilmenin tek yolunu Ermeni düşmanlığına endeksleyen bir zihniyet vardı tribünlerde…

En garibi de bunu yapanların o an bulundukları coğrafyada “azınlık” olmalarıydı. Muhtemelen o maç için Hollanda ve komşu ülkelerden gelmişlerdi. Ve birer “gayrıhristiyan” olarak yaşadıkları Avrupa’da, sırf yabancı oldukları için sömürülmenin de, itilip kakılmanın da, ırkçılığın da daniskasını bildikleri halde, 4000 kilometre ötedeki Ermenilerle bileyliyorlardı Türkiye aşklarını! Biz de burada sabah akşam Selçuk İnan oynardı oynamazdıyı tartışıyoruz futbol programlarında…

Elbette Vahram Papazyan’ı, Mıgirdiç Makaryan’ı, Tenekeci Garbis’i (Garbis İstanbulluoğlu) ve daha nicelerini bil(e)meyen insanların, Ermeniliği salt ASALA ile tanımlaması kadar normal bir durum olmasa gerek. Zaten öyle olmasa her gün gencecik evlatlarını savaşla, kazalarla, ihmallerle toprağa veren bir toplum olup çıkmazdık…

Uzun lafın kısası, demek ki; Ermeni olmak için herhangi bir milli maçta ayağa kalkmamak yeterliymiş. Keşke bunu zamanında öğrenseydik. Öğrenseydik de, Hrant ağabeyin kalleşçe sırtından vurulmasını beklemeseydik…