Türkiye’de sosyal ve politik hayatta neler oluyorsa sinemada da o oluyor yani Kemalistlerle (ılımlı) İslamcılar savaşıyor. Olan bize

Türkiye’de sosyal ve politik hayatta neler oluyorsa sinemada da o oluyor yani Kemalistlerle (ılımlı) İslamcılar savaşıyor. Olan bize oluyor çünkü birbiri ardına son derece kötü, misyon filmleri izliyoruz. “Eşrefpaşalılar”ın da “Veda” gibi bir kahramanı, bir kurtarıcı önderi var ve bu önder bir imam. Diyanet İşleri’nin yani devletin bir memuru bu imam, halkın vergileriyle maaşı ödenen biri ama filmdeki konumlandırılışı enteresan; bu imam sanki, vahşi Batı’da kasabaya dışarıdan gelen gözüpek yiğit ve yalnız bir kovboy. Kasabada ise devlet, asayiş hak getire. Kaosun hüküm sürdüğü bu garip kasabada tıpkı westernlerde olduğu gibi yabancıları sevmiyorlar. Hele bu yabancı devletin kolluk güçlerinden filan ise. Fakat yabancının sivil polis değil, sivil imam olduğu anlaşılınca işler değişiyor. Tabii bu sivil kelimesi ne anlama geliyor, bunu da herhalde birilerinin açıklaması lazım.
BU KEZ LİDER BİR İMAM
Bizde hükümet dışı kuruluşlara, sivil toplum kuruluşu deniyor. İmam hükümet dışı bir kuruluşun adamı olmadığına göre sivil değil. Ama sivilin bir de “asker olmayan” şeklinde kullanılışı var, o manada imam sivil. Bizim inanmamız istenen durum ise net: Devlet (cumhuriyet projesi  diye de okunabilir) İstanbul’un, merkezindeki (Haliç civarında) bu kasabaya uğramamış. Mafya, semtte görünen tek güç, polisin esamesi yok, çocuklar okula gitmiyor ve en korkuncu: Din elden gitmiş! Cami altın kalpli bir hırsızın çalıntı eşya deposu ve de evi olmuş, çevresi bir çöplüğe dönüşmüş. Halk cumaya gitmeyeli kim bilir kaç yıl olmuş. Bu semtin sakinlerinin İzmir’in kabadayılarıyla ünlü Eşrefpaşa’sından olmaları da tesadüfi bir durum gibi gelmiyor. İzmir en az dindar ve en laik kentlerimizden biri. Yani cumhuriyet projesini simgeleyebilecek nitelikte bir kent. Film, tümüyle başarısız bulduğu bu projeye bir alternatif getiriyor. İzmir’i “düşman” işgalinden bir kez daha kurtarıyor. Bu kez lider Atatürk değil bir imam. Bu imamın Fethullah Gülen’e karşılık geldiği söyleniyor, Gülen’in İzmir’deki imamlık günleri hatırlatılarak. Öte yandan Eşrefpaşa, Recep Tayyip Erdoğan’ın semti Kasımpaşa’nın İzmir’deki karşılığı sanki. Ben açıkçası imamı fiziksel olarak Recep Tayyip Erdoğan’a da çok benzettim.
İşte bu imam, kasabanın mafyasını da, hırsızını da hizaya getiriyor, çocuklara okuma yazma öğretiyor (Atatürk’ün Kastamonu’da alfabeyi öğretmesini hatırlatıyor), camiye çeki düzen veriyor ve özelleştirmeci mantıkla hiçbir şeyi devletten beklememe doktrinini de hayata geçiriyor. Nasıl mı? Diyanet işlerinden ödenek istemek yerine mahalleli Kayserili bir tüccardan hibe olarak halı alıyor camiye. Diyanet İşleri de yakında özelleştirilecek mi acaba? İyi fikir olabilir gerçekten. Fakat burada liberal ve sadakacı mantık işbaşında. Sermaye hibe edecek, sadaka verecek ve böylece tahakkümünü de perçinleyecek. Sahi, Diyanet İşleri bütçeden aldığı devasa payı ne yapıyor? Bir camiye halı alacak gücü yok mu? İmam, Darwin’i filan da okumuş biri bu arada, atom-elektron ilişkisiyle Azrail’in öldürme faaliyetleri arasındaki kurduğu bağ parmak ısırtıcı (saçmasapan diye okunur). Ekmek çalan bir çocuğu bütün mahallenin öfkeyle kovaladığı, evlenme teklifi almayan genç kızların derhal kötü yola düşme egzersizlerine başladığı bu fantastik mahalleye bu fantastik imam yakışmış. Sivil toplumun, din ve din adamları çevresinde örgütlenerek ve sermayedarların vasiyetini kabul ederek asıl kurtuluşa ulaşacağını ileri süren bir misyon filmi “Eşrefpaşalılar”. Bunun için de alabildiğince gerçeği çarpıtıyor. Hiçbir inandırıcılığı olmayan karakterleri ve olay örgüsüyle yılın en kötü filmlerine şimdiden önemli bir aday.

SES: Fantezi ile gerçek
“Ses” belirli bir türe oturan bir gerilim filmi. Bu tür filmlerde kahramanın yaşadığı bir travma vardır. Bu travmanın etkisiyle kahramanın ruh sağlığı, gerçeklik algısı çarpılmıştır ve seyirci de kimi zaman bu çarpık algının yansıttığı gerçekliği izler. Fantezi ile gerçek birbirine karışır. Filmin sonunda da travmanın niteliği ortaya çıkar. Bu tür filmleri yazmak oldukça zor çünkü filmin merak unsurunu, gizemini açık etmeden yorum yapmak zordur.
“Ses” oldukça başarılı bir film. Psikolojiden anlayan biri (meslektaşım Uygar Şirin) tarafından yazılmış. Diyaloglar ve oyunculuklar başarılı, ses ve ışığın etkileyici kullanımıyla baştan sona gerilimli bir atmosfer yaratılmış. Film sırasında sık sık ürperdim ve sonuna kadar da merakla izledim.
Filmin kahramanı annesiyle (Işık Yenersu) yaşayan ve bir çağrı merkezinde çalışan genç bir kadın olan Derya (Selma Ergeç). Derya’nın merkezdeki şefi ise çocukluk arkadaşı Onur (Mehmete Günsür). Derya ile Onur arasında cinsel bir çekim var. Fakat Derya giderek artan bir şekilde gaipten sesler duymaya başlıyor. Bu ses ona çeşitli yerlere gitmesini söylüyor. Bu süreç içinde Derya, Onur’la çocukluğunda yaşadığı travmatik olayları keşfediyor.
Fakat filmin kimi kusurları da var ne yazık ki. Derya’nın travmanın bir parçası olması gereken bir abisi var örneğin. Fakat bu abinin hikâyesi filmde hiç yok. Travmanın kendisi de filmde yeterince güçlü ve etkileyici bir şekilde verilmiyor. Onur’un travma sırasında gördüklerini bir şekilde kendi hayatında sonradan yankılaması da bence sözel olarak değil görsel olarak verilmeliydi. (Film sonrasında arkadaşlarımla konuşmalarımda bu yankılamaya çok itiraz duydum, bence senaryonun güçlü yanlarından biri)
Belki ikinci bir seyredişte taşlar daha iyiye oturur ama şu anda kimi fantastik öğeleri (kilit rol oynayan fotoğrafın çeşitli versiyonlarının ortaya çıkışı, süt anne karakteri gibi) filmin gerçekliğindeki yerlerine oturtmakta güçlük çekiyorum. Sonuç olarak “Ses” iyi bir film. Atmosfer yaratmada özellikle çok başarılı. Psikolojik gerilim türünde sinemamızda bir köşetaşı olduğunu söylemek abartılı olmaz.

Alice Harikalar Diyarında:Kadın rolüne isyan!
Tim Burton, Lewis Carroll’un iki ünlü kitabı “Alice Harikalar Diyarı” ile “Aynanın İçinden”i yeni filmine temel almış. Fakat Alice kitaptakinden 10 yaş daha büyük filmde. Bu kez karşımızda 19 yaşında genç bir kız var (Mia Wasilowska). Alice, kendisine dayatılan kadın rolüne isyan halinde. Yetişkinlerin ve erkeklerin ona çizdiği ikincil role razı değil. Tam hoşlanmadığı bir adamdan, duymak istemediği bir nişan teklifi almak üzereyken, bir tavşanı izleyerek fantastik bir yolculuğa çıkıyor. Bu bir iç yolculuk tabii ki ve Alice bu yolculukta annesiyle hesaplaşıyor, kötü matriarkı etkisiz hale getiriyor (babası öldüğü için onunla hesaplaşmasına gerek yok). Alice yolculuğun sonunda annesine rest çekiyor.
Peki ya özgürleşen Alice neyi seçiyor? Annesinin değil de babasının dünyasını! Alice, merhum babası gibi uzak doğuyla ticaret yapan bir tüccara dönüşüyor. Meğer bütün sorun kadınlardaymış. Sanki Alice’in beğenmediği o kadın rolünün inşasında erkeklerin ve de kapitalist sistemin rolü yokmuş gibi.
Ve sanki babasının ticari faaliyetleri çok masum sonuçlara yol açacakmış gibi. Türk filmi olsaydı Altın Bamya’ya aday olabilirdi galiba “Alice Harikalar Diyarı”nda.