Etkileşim şehveti

Ayşen Şahin - Yazar

Sosyal medya; tepkinin örgütlenebildiği, kamuoyunun harekete geçtiği, otoritenin cezaya tabi tutabildiği, medya satın alınmışken bireylerin kendi haber alma özgürlüğü sınırlarını görece kendilerinin çizebildiği bir mecra. 

Öte yandan sosyal medya; teyitsiz bilginin çığ gibi düştüğü, yalan haberin sel gibi yayıldığı, dijital şiddetin en yaygın görüldüğü, söz söyleme mecburiyetinin dayatıldığı, suskunluk sarmalı deviniminin baş döndürdüğü, geçer notun olmadığı politik doğruculuk sınavlarıyla dolu, mayınlı bir cesaret ve umut öğütücü. 

Bizi toplum yapan şeyin, ortak hisler, duygular, gelenekler, alışkanlıklar, köklerimiz ve ilişkilerimiz değil de vize ve oturum alamadığımız için değiştiremediğimiz nüfus cüzdanlarımız olmasına ramak kaldı. Belki o “ramak” kelimesi bile gereksiz. 

Böyle bir ayrışmayı yaratmak ve derinleştirmek, sosyal medyanın dinamikleri olmasa iktidar için de bunca kolay olmayacaktı. 

Aynı sınırlar içinde yaşıyoruz ama devletin rakamlarına göre on binlerce, yaşayan ve gören herkesin tahminlerine göre yüz binlerce insanı kaybettiğimiz bir depremde dahi acıda ortaklaşamıyoruz. Ölenin seçmen kimliği ayrıştırıyor insanları. Evrensel normlarda travmaların en büyüğü kabul edilen evlat acısına bile “sosyal medyada ilgi çekme” eleştirisi gelebiliyor. Açın açlığını beyanı politik bulunup suç unsuru sayılabiliyor. 

Sevinç duygusu çok uzak bize, kaldı ki ortaklaşabilelim sevinçte. 

Kadın Milli Voleybol Takımı’nın şampiyonluğu üzerinden ele alalım durumu. 

Dinci kesim; sporcuların cinsel yönelimleri üzerinden sportif bir başarıyı yekten reddetti. Bu reddedişin alt satırlarında elbet, kadınların varlığını ve başarısını, voleybolun gerektiği forma ile devlet televizyonu dahil tüm dünyanın önünde kazanmaları vs de yer alıyor. Objektif kriterlerce kazanılan bir maçı, profesyonel sahayla hiçbir ilgisi olmayan, kendilerince bir karşıtlık üzerinden reddetti. Siyasal İslamcılarda mantık aramayı bırakalı çok oldu. Ancak kendi duruşları üzerinden değerlendirdiğimizde böyle bir kırılım bir ilktir herhalde; senelerce Srebrenitsa katliamı üzerinden Sırpları hedef alanlar, bu maçta LGBTİ+ karşıtlığını abartarak Sırpların kazanması için Salavat zinciri başlattılar. Bunu elbette milliyetçi, ümmetçi bakış açısına hak vererek değil, kendi bakış açılarındaki karşıtlığın altını çizmek adına yazıyorum. Çelişkilerin nicesini gördük ama bunca yamanı her zaman denk gelmiyor. 

Bu şampiyonluk, yaşları henüz yirmilerin başlarındaki gencecik kadınlar için sadece sportif başarıdan ibaret olmadı. Ekip ruhu belki de en güçlü takım oldular, psikolojik bir harbi hep birlikte yönettiler. Her servis, her smaç, sayıya sevinilen anlarda gösterdikleri tepki politik bir zemine oturuyordu. Bunu taşımak kolay değildi, başardılar. -Mış gibi yapmadılar, kör sağır kalmadılar. Az buz yük değildi. Bu ülkedeki milyonlarca kadın, bu mücadelede kendi hayatından bir şey buldu. Kimimiz o kadar kan, ter ve gözyaşına rağmen kazanamamıştık, bir kız kardeşlik gözyaşı döküldü, kimisi ise kendi ufak zaferlerinin bile ne zorluklardan çıktığını çok iyi bildiğinden tutamadı gözyaşlarını. O zafer, mücadelesi süren kadınlara bir umut oldu. Kendinden ödün vermeden de başarılabileceğine dair somut bir delil oldu. Bu ülkede kadınların mücadelesi artık bir “var olma kavgası”. Bir kuş gibi kırıyorlar kanatlarımızı, boyunlarımızı, salıyorlar failleri, aklıyorlar katilleri, kürsülerden indiriyorlar, meydanlardan sürüyorlar, evleri basıyorlar, tacizlerle gözaltına alıyorlar, çıplak arıyorlar, istihdamdan çekiyorlar, işsizlikle sınıyorlar, evlere tıkıyorlar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Derneği’ni bile kapatmaya kalktılar, bu hafta, 13 Eylülde karar duruşması var Çağlayan’da. Giydiğimize, yediğimize, içtiğimize, aşkımıza, sevgimize, öpücüğümüze, yazdığımıza, çizdiğimize, dansımıza, fotoğrafımıza karışıyorlar. Sonra işte hiçbir kalıplarına sığmayan dev gibi kadınlar havada uçup, o topa sürati ölümcül tokadı yapıştırıp kısacık şortları, dövmeli kolları, sürmeli gözleriyle dimdik durup altın madalya alıyorlar. Üzerine bir de Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın Spor Faaliyetlerinde Üstün Başarı Gösterenlerin Ödüllendirilmesi Hakkında Yönetmelik uyarınca kişi başı 150 Cumhuriyet Altını ile ödüllendirilecekler. İşte eriyen şey içimizin yağları. 

Her kadın; kendinden bir şey gördü o sahada. İnat, azim, çok emek, çok çaba, bunca saldırı karşısında. Sevinmemek mümkün değildi. 

Bir kesim ise “milli”lik üzerinden bu sevince karşı çıkıp öncesinde tarih boyunca devlet eliyle etnik kimliklere yapılan tüm saldırılara bir kınama şartı koştu. 

Oysa sosyal medya belirli sayıda harf kullanma limiti veriyor insanlara. 

Nasıl sevinileceğinin çerçevesini çizmek de aslında konuşma mecburiyetine dahil. Faşizmin tanımını o kadar da dar tutmamalı. 

Meclisin iki kadın vekili Türkan Elçi ve Sevilay Çelenk öyle bir dijital şiddete uğradılar ki akıl alır yanı yok. İkisi de sürekli sahada, aktif çalışan, meclise girdiği gibi farkı hissedilen vekiller. Kadınlar bir kere, onların da sahada kendi hayatlarından bulduğu çok şey var. 

Sosyal medyanın değişmez dinamiğidir; bir görüş baskın olur ya da iki karşıt görüşten biri net kaybeder. Herkes ortak bir tebrik ya da eleştiridedir, artık rutin olan bu ortak aklın sözleridir. O noktada aykırı bir görüş şaşaalı şekilde alana girer, çünkü etkileşimin artması gerekmektedir. 

Birisi Kübalı oyuncu Vargas’ın babasının karşıdevrimci olduğunu ortaya atar, bir diğeri Ebrar’ın paylaştığı görseldeki Sabiha Gökçen üzerinden sanki Dersim katliamı emrini vermiş gibi kin pompalar. 

Ortak bir zafer hissi imkânsız oldu; herkes kendi kimliğine göre hatasız bir bağlılık ve kendi bakış açısıyla yüzde yüz bir politik doğruculuk dayatıyor. 

Dinci istiyor ki o kıyafetle çıkmasınlar sahaya, salavatla girsin, milli marştan önce şükür duası edilsin, voleybol takımının tamamı hetero olsun, mümkünse evli olsun, eşlerinin izniyle oynasınlar, kalan zamanda evde çorba kaynatsınlar. Aileleri namazında niyazında olsun, saçları görünmesin. Şampiyonluk için önce rablerine, sonra Cumhurbaşkanına teşekkür etsinler, nimetlere şükretsinler. 

Sosyalist olma iddiasındaki istiyor ki hepsi devrimci olsun, Mao’yu da bilsin Lenin’i de. Spordan önce sınıf mücadelesine kendini adamış olsun. Grev önlüğü dolaplarında dursun. Das Kapital’i en az bir kere okumuş olsun. Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı hakkında ne düşünüyor hele bir sorulsun, mümkünse Nato konusunda tavırları net olsun. Bir “Çav Bella”dır, “Venceremos”tur “Erik Dalı” yerine çalınsın. 

Kürtler istiyor kupayı kaldıran cümleye “Türk ve Kürt halklarına” diye başlasın, bir Kürtçe parça da çalınsın. Voleybol maçı sonrası TRT mikrofonlarına Amedspor’a yaşatılanlar hakkında bir iki cümle edilsin. 

Tamam LGBTİ+ kimliğine saygı duyulsun ama önce o da bizim kimliğimiz hakkında bir şeyler söylesin. 

Kemalist her cümlede Atatürk lafı duymak istiyor. Vegan kendinden biri var mı diye bakıyor, kadınları kutlama için ocakbaşına falan götürmesinler istiyor. 

Biri iktidarı suçluyor “Ekonomi sınıfında şampiyon mu uçurulur, sizin bakanlar bile jetle gidiyor memleketlerine” İklim aktivistleri çıldırıyor; “yahu jetin savunması mı olur, kimse binmesin bu iklim krizinde jete mete.” 

Biz nasıl buluşacağız ortak bir histe? 

Bu politik doğruculuk sınavının geçeni olmaz. 

Hiçbir şampiyon her kavganın bayrağını aynı anda taşıyamaz. 

Bir insan yirmili yaşlarında hem sporda şampiyonluğu hem kimliğinin savaşını hem de kendisinden beklenen tüm teorik-pratik eylemliği aynı anda veremez. 

Kimse her konunun aynı anda uzmanı olamaz, doğrusu olamaz. Bu etkileşim savaşlarından hasarsız çıkabilecek insan da yok. 

Sosyal medyanın insanlığa kattığı bu yüz yüze olmamanın getirdiği zalimce eleştiriler eskiden beri var olsaydı belki de Lenin ve Krupskaya evlenmez, Rosa Luxemburg bacağı yüzünden “body shaming”e uğrardı. 

Ve soruyorum sizce sosyal medya olsaydı Musa Anter’in cenazesindeki o fotoğraf farklı mı olurdu? Yoksa Trending Topic’te görünen ile yaşanan arası bir uçurum mu? Dövüşenlerin tezahüratı bol ama kavgada hepsi yalnız mı? 

Yıllardır tek yaşadığı his yenilgi olan bir kesimi; bir küçücük sevinçten, bir zaferin parçası olma hissinden mahrum eder, gencecik kadınların ezberleri yıkıp karanlığı yırttıklarını görmezseniz, politik doğruculuk sınavıyla her kazanımı hakir görürseniz; elimizde umut ve cesaret adına hiçbir şey kalmayacak. 

Sartre’a sözü vermeden önce onu gözümde canlandırıyorum; Beauvoir’un çıplak fotoğrafı Le Nouvel Obs’a kapak olduğunda tweet atar mıydı acaba “Sıkıysa benim popomu basın kapağa?” diye. Ya da hiçbir şey demediği için nefret söylemine mi maruz kalırdı? Ne söylese insanlar gözünde Sartre hâlâ Sartre kalabilirdi acaba? 

Neyse, ne diyordu Sartre; 

“Korku, eskiden, daha umudumuz varken işe yarıyordu. Artık hiçbir umut yok, ama biz hâlâ eskiden’i yaşıyoruz. Daha acı çekmeye başlamadık.” 

Biz de hâlâ kaybedecek bir şeyimiz kalmış gibi korkuyor muyuz yoksa başladık mı yekten acı çekmeye? 

Sizce? 

Bir toplama kampından bile öğretiyle çıkabilen Viktor Frankl, bilmiyorum şu anki dijital zorbalık çağında yine de logoterapiyi icat edebilir miydi ama der ki kendileri: 

“İnsanın zihinsel durumu ile bağışıklığı arasında ne kadar sıkı bir bağ olduğunu bilenler, ani umut ve cesaret kaybının ölümcül bir etkisi olabileceğini kavrayabilirler.” 

Kimsenin hakkı yok bizim umudumuzu kırmaya, cesaretimizi çalmaya. Kimsenin hakkı yok kendi veremediği sınavdan başkasını sınıfta bırakmaya. 

Hiç kazanmışların çokbilmişliğiyle ortalığa hallaç misali dalanlar bir düşünsün dilerim bu ölümcül etkiyi. 

Hayatla aramızdaki bağ, nereden kurulursa oradan tutunmakta fayda var. 

Simon de Beauvoir son sözü söylesin, çünkü son noktayı kadınlar koyacak: 

“Kadınlar özgürleşmeden devrim olamaz, devrim olmadan kadınlar özgürleşemez.”