Televizyon yarışmaları, insanları  ne kadar aşağılarsa o kadar çok rating topluyor. Seyirciler, yarışmacıların acı çekmesini, küçük

Televizyon yarışmaları, insanları  ne kadar aşağılarsa o kadar çok rating topluyor. Seyirciler, yarışmacıların acı çekmesini, küçük düşmesini seyretmekten zevk alıyor. Bunu yapıp satanlar ve bu işten para kazanlar iğrençler. Seyretmekten zevk alanlar, bu programlara malzeme olanlar peki? Onlar da masum değil, elbette. Ama onlar tedavi edileceklerine, hastalıkları sömürülen kurbanlara benziyorlar daha çok.
Hiç sansür olmayan bir ülke yok. Muhakkak bazı sınırlar konulur. En basitinden, çocuk pornosu her ülkede yasaktır. Dolayısıyla sansüre tamamen karşı olmak diye bir şey hiçbir yerde söz konusu değil. Ben de hiçbir şey sansürlenmesin, her şey serbest olsun demem mesela. Bu tip yarışma programları yasaklansa mesela, kılım kıpırdamadığı gibi, sevinirim de. Çünkü, insanları aşağılamaya, onurlarını kırmaya yönelik programlar bunlar. Ama bizde sansür böyle anlaşılmıyor tabii. Aşağılama ya da sömürüyle alakalı olmasa da seks (yakında Lars von Trier’in ‘Deccal’ini sansürlü izleyeceğiz) sansürlenir mesela.
EĞLENCE ANLAYIŞLARIMIZ FARKLI
Televizyonlarda sigara görüntüsü sansürlenir ama bu yarışma programları sansürlenmez. En son da Adana Altın Koza Film Festivali tümden sansürlendi. Gerekçe: “Eğlenecek” zaman değilmiş, çünkü İsrail’in yaptıkları ortadaymış! Festivali yasaklayanların eğlence anlayışı bu tip televizyon yarışmaları veya Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar filmleriyle sınırlı olsa gerek. Film festivalinin eğlence olmadığıyla, Filistin’e ayrılan bir bölüm içerdiğiyle ilgili çok doğru şeyler söylendi SİYAD, Ankara Film Derneği ve Türkiye Sinema Platformu tarafından. Ama bir de şöyle bakalım. Evet, festival eğlendirir. Evet, sinema bir şenliktir, Onat Kutlar’ın dediği gibi. Ama iyi sinema, sizin anladığınız anlamda eğlendirmez. Eğlenmekten bizim anladığımız şeyle sizin anladığınız şey farklı. Bizim anladığımız eğlenceden daha iyiye yönelme, daha fazla yakınlaşma ve daha fazla güç birliği yapma arzusu doğar. Film festivalinde eğlenmekle Adana pavyonlarında eğlenmek türdeş eğlence biçimleri değildir. Sizin eğlenmekten anladığınız şeyle bizim eğlenmekten anladığımız şey çok farklı, film festivalini yasaklayan saygıdeğer belediye yetkilileri! Ve tabii, başkasının yaptığı festival ihalesinde bir şekilde yer almamak da kanınıza dokunmuştur. Ne de olsa milyonlarca lira söz konusu değil mi? Herkes biliyor ki, be festivali ertelemek için bahane arıyordunuz. Referans gazetesinde Şenay Aydemir bu bahane arama çabalarınızdan söz etmişti zaten. Peki, bunca insanın programını altüst etmek, hevesini kırmak nasıl bir duygu? İhaleyi yeniden açtığınızda çok eğleneceksinizdir eminiz ama Altın Koza’nın onuru çiğnenmişliğiyle kalacak.
‘EV’DE HANGİ YAŞANAN SANSÜRLENİR
‘Ev’ filminin bu yazdıklarımla ilgisi dolaylı olarak var sadece. Kısacası filmi vesile ettim başka konularda konuşmak için. ‘Ev’e gelince: ‘Biri Bizi Gözetliyor’ yarışmalarından birinde geçiyor film. ‘BBG’ evinde her şey bilinen banalliğinde ve sıkıcılığında cereyan ediyor. Derken yarışmacılardan en entel olanı (filmlerin oyuncuların değil yönetmenlerin imzasını taşıdığını iddia edecek düzeyde sinema bilgisi olanı) seyircilerden en çok oyu alıp, en ağlak yarışmacıyı eliyor. Aslında ilk tercihi değil ağlak oğlan, ama diğer seçeneklerin ‘koruma duvarları’ var ve ayrıca entel oyuncu, ağlak oğlana iyilik ettiğini düşünüyor. Tam ağlak oğlan dışarı çıktığı sırada, bir baskın gerçekleşiyor. İçeriye eli silahlı biri giriyor. Saldırganla birlikte içerdeki ‘entelektüel’ düzey daha da yükseliyor. Çünkü, saldırganın yarışmanın formatına, içeriğine ve sahte ilişkilerine yönelik ciddi eleştirileri var ve yarışmacılara yaşadıkları ikiyüzlülüğü gösterme iddiasında. Onları çeşitli  seçeneklerle yüz yüze bırakıyor: Birbirleriyle sevişmek ya da birbirlerini öldürmek gibi. Sansür kurulu hangisini yapsalar o görüntüleri sansürlerdi sizce? Ya da yarışmacıların oto-sansür mekanizması hangi durumda daha yüksek alarm verirdi? Bunlar olurken, saldırgan da yerleştirdiği bombalarla kendisine bir koruma duvarı oluşturmuş durumdadır. Polisin içeriye müdahale etmesini bu bombalar engeller.
Saldırganın programa öfkesini anlıyoruz ama psikopatlığa varan tepkisini anlamamız için film yeterince veri sunmuyor. ‘Ev’in en zayıf yanı bu. Film, eleştiri oklarını da bu tip yarışmalarla ceplerini dolduran yapımcılardan ya da bu kültürün asıl sahiplerinden çok bu programların malzemesi olan, evet, insanı çok sinirlendiren ama yine de kurban durumunda olan yarışmacılara çeviriyor. Fakat oyuncuların performansları ve akıcı anlatımıyla ‘Ev’ başarılı bir ilk film.  Alper ve Caner Özyurtlu kardeşler, sinemaya hoş gelmişler.
HAFTANIN DİĞER FİLMLERİ
Ölümcül Takip, Yaşamaya Değer; Cennet Batıda
Bu hafta üç görece iyi film daha var vizyona giren.
‘Ölümcül Takip’ bir Güney Kore filmi. Baştan aşağı çürümüş bir toplumun karanlık bir tablosunu çiziyor film. Filmin iyi adamı yolsuzluklara bulaştığı için polislikten ihraç edilmiş ve pezevenklik yapan biri, varın gerisini siz hesap edin. Polislikten ihraç edilmemiş olanların hali ise daha vahim ve zaten onlar da daha temiz oldukları için meslekte kalmış değiller. Sadece piyango, filmin kahramanına çıkmış. İşte bu pezevenk bir gün hasta bir ‘sermayesini’, işe çıkmaya zorlar. Kadıncağız küçük kızını evde yalnız bırakıp müşteriyle buluşur. Ama müşteri bir seri katildir. İnsanın bir mala indirgendiği, alınıp satıldığı bir düzende, en iyilerin bile çok kötü olduğu bu dünyada işler nasıl yürür, etkileyici bir şekilde gösteriyor ‘Ölümcül Takip’. Ken Loach’ın dediği gibi: İşte özgür dünya!
‘Yaşamaya Değer’ Paris’te burjuva annesi ve babasının yanında mutsuz bir hayat süren 11 yaşındaki Paloma ile apartman görevlisi Renee ve Japon komşuları Ozu’nun hikâyesini anlatıyor. Paloma intihar hayalleri kurarken bir yandan da gördüğü her şeyi filme çekiyor. Renee, kapıcı kılığında gizli bir entelektüel hayat sürüyor. Renee, kedisine Leo adını verecek kadar Tolstoy hayranı (Tolstoy yılı galiba bu yıl). Ozu ise, büyük Japon yönetmen Ozu’yla akraba olmasa da onun kadar incelikli ve insancıl bir adam. Yaşadığı apartmanın kapıcısıyla duygusal bir ilişkiye girebilecek kadar sınıf farklarının ötesini, insanın yüreğini görebilen biri Ozu. Yalnız bu tip filmlerde benim canımı sıkan bir şey var ki bu filmde de aynısı var. Anthony Minghella’nın vasiyet filmi ‘Hırsız’da (Breaking and Entering) böyle bir şey vardı. Varlıklı sınıftan olan erkek, yoksul sınıftan insanların da birçok değere sahip olduklarını fark eder. Ama bu filmlerde zenginle yoksul arasında kültürel bir fark yoktur. Zengin adam Ozu filmleri seyredip, Tolstoy okuyorsa, yoksul kadın da aynı şeyleri yapıyordur. Yoksullar ancak entelektüellerse sevilebilirler aslında. ‘Hırsız’da da durum böyleydi. Peki kapıcı kadınlar gizli birer entelektüel değilse ya da ‘Hırsız’da olduğu gibi Doğu Avrupalı göçmen piyano çalmıyorsa ne olacak? Aslında gerçek hayatta ne oluyorsa o olacak. Bay Ozu kendi sınıfından bir kadın bulacak! Yine de ‘Yaşamaya Değer’in kurduğu fantezi dünyası hoş.
‘Cennet Batıda’ ise unutulmaz politik filmlere imza atmış Costa Gavras’ın imzasını taşıyor. Film kendisini izletse de hiç akılda kalıcı bir yanı yok. Açıkçası Gavras’ın ne söylemek istediğini de çok anlamış değilim. Hangi ülkenin vatandaşı olmayan bir yasadışı mültecinin hikâyesini anlatıyor film? Polisin baskınına uğrayan kaçak göçmen gemisinden denize atlayarak kaçıyor filmin genç erkek kahramanı. Kapağı Paris’e atıncaya dek, birçok Avrupa ülkesinden geçiyor, bir takım maceralar yaşıyor. Ama ne bu maceralarda bir derinlik var ne de filmin belirsiz finalinde. Hayır, baştaki sözümü geri alıyorum. ‘Görece iyi bir film’ değil, sadece seyredilebilen bir film ‘Cennet Batıda’.