Evini kalbinde taşıyanlar

UMUT AYHAN

Hem kitap okurunun hem de televizyon ve sinema izleyicisinin tanıyıp sevdiği az sayıdaki isimden biri İclal Aydın. Son birkaç yıldır adını televizyonda duyurduktan sonra kendi hikâyelerini anlatma arzusuyla kitap çıkaran epey bir ekran figürü oldu, evet.

Anılarını kaleme alan da oldu, kısa öykülerini toplayan da, sıra dışı roman kurgularıyla okurun karşısına çıkanlar da. Bir kısmına göz atmışlığım, okuyup beğenmişliğim de oldu ancak çoğu, “Bunu tutuyorum çünkü elimde şu an” minvalinde, sırf yapılabildiği için yapılan “iş”ler gibi geliyor bana. O anlatma tutkusunu, anlatmanın verdiği o hazzın kelimelere yansıyışını çok az isimde gördüm. İclal Aydın da o isimlerin başında yer alıyor. Artemis Yayınları’ndan en son çıkan kitabı “Bunu Sen Oku”da anlattığı bir telefon konuşması, yazdıklarının okurda neden böyle bir his bıraktığını özetliyor. Çetin Altan şöyle diyor o konuşmada: “Bak kızım, içinden hapşırmak gibi, kahkaha atmak gibi yazmak geliyorsa kime ne? Çok yaşa!” Tam da öyle yazıyor işte İclal Aydın.

Herhalde mütevazı bir rafı dolduracak eser sayısına ulaştı. Denemeleri (“Gördüğüme Sevindim”, “Yaz Bitmesin”, “Evlerin Işıkları Bir Bir Yanarken”, “Aşk ve Acı”), çocuk kitapları (“Kanatlar”, “Rengârenk”) ve romanları (“Bir Cihan Kafes”, “Unutursun”, “Üç Kız Kardeş”, “Kalbimin Can Mayası”, “Söylenmemiş Sözler”) var. Son 10 yıl içinde okurla buluşan romanlarıyla çok daha geniş bir kitleye ulaştığı da söylenebilir. Zira sadece sözcükleri kullanmaktaki maharetini değil kurgu konusundaki başarısını da gözler önüne seriyor romanları.

Yakın zamanda ise “Aslında kendime bir ellinci yaş hediyesi ve benimle birlikte yaş alan okuruma da bir hediye, bir hatıra defteri gibi” diye tanımladığı “Bunu Sen Oku” kitabıyla bir kez daha çıktı okurun karşısına. Belirgin bir türü yok kitabın. Pek çok türün en leziz yanlarını alıp kendine has bir anlatı oluşturmuş sanki. Otobiyografi de denebilir, anı da, mektup da. Hatta okurken yazarın kahramanının kendisi olduğunu unutup bir roman tadı da alabilirsiniz. İçerisinde heykeltıraş Ozan Ünal’ın şahane çizimleri de tamamlayıcı birer unsur olarak yerini alıyor. Böylece yalnızca farklı edebi türler değil, farklı sanat dalları da bir araya gelerek enfes bir bütün oluşturuyor.

Anlatırken kronolojik bir sıra izlemiyor yazar. Kâh çocukluğunda buluyor kendini kâh yirmili yaşlarında hiç sevemediği bir Avrupa şehrindeki hayatta kalma mücadelesine odaklanıyor. Arada bir bir virgül koyup zamanın başka bir noktasına uzanıyor, sonra tam vaktinde geri dönüp bıraktığı yerden öncesine devam ediyor. Olaylardan çok duygulara, o olayların ve doğurdukları duyguların ona kattıklarına, onda bıraktıklarına odaklanıyor. Uzaktan onu ilgiyle ve sevgiyle takip edenlere kalbinin bir bölümünü gösteriyor. Öyle camların ardından da değil üstelik, uzanıp okurun da kalbine dokunacak şekilde yapıyor bunu. Kırılganlıklarını saklamıyor. Umutsuzluklarından utanmıyor. Ama umudun ucunu da hiç bırakmıyor. Geçmişine şimdiden bakarken, “İnsana kendi yaşadıkları bile bir söylence kadar uzak gelebiliyormuş meğer,” diyor. “Savaş bize barıştan başka bir şey öğretmemeliydi oysa…”
Sık sık ev değiştirdiğinden, farklı semtlerde ve farklı şehirlerde, hatta bazen bambaşka ülkelerde sil baştan kurulan yaşamlardan bahsediyor. Ama kaplumbağa tabiatlı insanlardan o da, yuvasını kalbinde taşıyor ve her yeri yuva hâline getirmeyi başarabiliyor. Küçücük bir umuda tutunmaktan alıyor gücünü.

“Umut ve iyilik ne çok sınanır, değil mi?” diye soruyor. “Sanki büyük bir güç o küçük umudu kırmak, iyi kalmak için çabalayan bir kalbi boşuna uğraştığına, iyi kalpliliğin beyhudeliğine inandırmak için uğraşır. Çok uğraşır. Ancak direnebilen, her aksiliğe, nankörlüğe rağmen inancını koruyan güçlüdür ve sonunda hep o kazanır.”

Geçtiği zorlu yolları, yaptığı hataları, düşüşlerini, çocukluk hüzünlerini anlattığı bir kitabın kapağını yüzünde bir tebessüm, kalbinde tatlı bir huzur ve umutla kapıyorsa okur, bu hikâyede kimin kazandığı çok açık.