Egemen sermayenin karşında komünist tehlike yok ama kârlarını, ekonomisinin halktan rıza alma kapasitesini, devletle ilişkilerini tehlikeye sokacak sorunlar var. Bu sorunlar halkların dikkatini gittikçe daha çok çekiyor, egemen sermayenin çıkarlarıyla çelişen toplumsal talepler yaygın taraftar bulmaya başlıyor.

Faşizm artık küresel

Ergin Yıldızoğlu - Gazeteci, Yazar

Son aylarda, ülkelerde birbiri ardına faşist politikacıları iktidara taşıyan genel seçimlere baktığımızda iki gerçekle karşılaşıyoruz.  

Birincisi, “süreç olarak faşizm”, salt ulusal özelliklerle tanımlanan bir olgu değil: Arjantin’de, ABD’de, Fransa’da, Almanya’da, Hollanda’da, İtalya’da, İspanya’da, Polonya’da, Romanya’da, Macaristan’da, Yunanistan’da, Bulgaristan’da, Hindistan’da faşist özellikler sergileyen siyasi parti ve hareketler ya hükümete gelerek devlete ulaşıyorlar ya da güçlenmeye devam ederken muhafazakâr hatta sosyal demokrat partilerin politikalarını etkiliyorlar. Bu hareketler, partiler birbirleriyle dayanışma ilişkileri geliştiriyorlar. Faşizme karşı mücadele ederken bu boyutu mutlaka göz önünde tutmak gerekiyor. 

İkincisi, sol hareketler, ister geleneksel sosyalist, komünist, anarşist olsun, ister sol popülist, “gök kuşağı” tarzı “kesişimsellikçi”, çevreci politikaları benimsemiş olsunlar, “süreç olarak faşizm” karşısında yetersiz kalıyorlar.    

Faşizmin dünü, bugünü 

Faşizmin tarihinden öğrendiğimiz işlevsel özelliği, onun kapitalizmin yapısal krizi dönemine ilişkin bir “biçim” olduğudur. Faşizm, hangi toplumsal harekete, ideolojik öncüllere dayanırsa dayansın, egemen sermayenin en temel sorunlarının çözümlerine ilişkin bir (birçok) işlevi yerine getirmelidir. Faşist hareket bu işlevini yerine getirebildiği ölçüde, kendi özgün toplumsal, ideolojik projesini gerçekleştirmeye çalışabilir. 

1920’lerde egemen tekelci emperyalist sermayenin karşındaki militan işçi sınıfı-komünizm tehlikesi ve bir emperyalist yeniden-paylaşım sorunu vardı. Bu “durumda” Faşizm, anti-komünizm, ırkçı milliyetçilik, militarizm, Aimé Césaire’ın deyimiyle sömürgeci politikalarını kendi ülkesinin halkına uygulayan soykırımcı totaliterimiz olarak şekillendi. Almanya’da Nazi, İtalya’da Mussolini rejimleri ülkelerinin ekonomilerini, birbiriyle rekabet eden mafyalaşmış, haydut fraksiyonların elinde tımarhaneye çevirmiş olsalar bile, egemen tekelci ve emperyalist sermaye satın aldığı faşist politikacıları kullanarak tüm bu kaosun üzerinde, kendi çıkarlarını gerçekleştirmeye, ayakta kalmaya devam etti.  

Bugün egemen sermayenin karşında bir komünist tehlike yok ama kârlarını, ekonomisinin halktan rıza alma kapasitesini, devletle ilişkilerini tehlikeye sokacak sorunlar var. Bu sorunlar halkların dikkatini gittikçe daha çok çekiyor, egemen sermayenin çıkarlarıyla çelişen toplumsal talepler şekillenmeye, yaygın taraftar bulmaya başlıyor.  

Örneğin, küresel ısınmaya karşı alınacak önlemlere, izleme gözetleme veri işleme kapitalizminin hakları, özgürlükleri yok etme sürecinin, sosyal medyanın, Yapay Zekâ sistemlerinin denetlenmesine, refah devleti politikalarının canlandırılmasına ilişkin demokratik talepler bu sorunların başında geliyor. 

Gerçekten de örneklerini, ilk kez 1999 Seattle’da küreselleşme karşıtı, çevreci, feminist bir koalisyonun hızla dünyaya yayılan protesto eylemlerinde; ikincisi, 2003’de Avrupa’yı sarsan savaş karşıtı büyük yürüyüşlerde, 2011-2013 döneminde tüm dünyada yaygınlaşan, Türkiye’de Gezi Parkı olayı ile biten toplumsal olaylarda bu talepler güçlü biçimde, egemen sermayenin çıkarlarını tehdit edecek yönde yükseliyordu. Ancak sosyalist hareket, bu dalganın, kapitalizmin yeni hallerinden kaynaklanan özelliklerine uyum sağlayamadı, içinde kendine bir yer açarak güçlenmeyi, bu hareketlerden öğrenerek, ortak tutarlı bir hat geliştirmeyi başaramadı. Bu başarısızlık, sosyalist hareketleri, birçok yeni teorik ve pratik sorunla karşı karşıya bırakarak daha da zayıflattı. 

“Süreç olarak faşizmin”, bu uluslararası protesto dalgaları geri çekilmeye başlarken hızlandığını görüyoruz. Bu yeni faşist hareketler, klasik sendika düşmanlığına ek olarak, küresel ısınmayı inkâr etme, sosyal medyada nefret ve ayrımcı paylaşımların denetlenmesine ifade özgürlüğü adına, sosyal hizmetlerin gelişmesine de hak etmeyenleri (sığınmacılar, siyahlar, işsizler, engelliler olarak okuyunuz) besliyor, tembelliği kışkırtıyor gerekçeleriyle karşı çıkıyor, bir taraftan otoriter liderlik öbür taraftan denetimsiz piyasa arzulama noktalarında buluşuyorlar.  

Irkçılığı, adaletsizliği teşhir eden, emperyalist ülkelerin talancı soykırımcı, köleci tarihlerini açıklayan söylemlere, kadın ve LGBTQ+ haklarına ilişkin taleplere (WOKE), bunlar ulusal mirası, “ecdadı” kötülüyor, aileyi bozuyor, erkek düşmanıdırlar gerekçeleriyle karşı çıkmak ve kültür savaşlarını bu gerçeklerin gizlenmesi, hakların yatsınması noktasında kurmak da faşist hareketlerin bir başka ortak özelliğini oluşturuyor. 

Sol neden yetersiz kalıyor? 

Solun “süreç olarak faşizm” karşısında yetersiz kalmasının nedenlerinin tarihsel-objektif-temeli, neoliberal küreselleşmenin, emekçilerin, orta sınıfların yaşam dünyalarında yarattığı yıkımla, ekonomik kriz içinde, sığınmacı dalgalarının, yeni teknolojilerin getirdiği hızlı değişim duygusundan, mali güvencesizliğe bağlı bir gelecek kaygısından, kaynaklanan anksiyete ile ilgilidir. Bunlara ek olarak kültür endüstrisi, yeni eğlence, film, spor kanallarıyla “gösteri toplumu” olgusunu, tarihte görülmemiş düzeyde derinleştiriyor, emekçi sınıfların bireylerini evlerine kapatıyor, sosyalleşme oranlarını düşürüyor, kısaca atomize ediyor.  

Kurumsal -sübjektif-temel de solun bu gelişmelere uyum sağlamaktaki zorluğuyla ilgili. Burada Birincisi sol SSCB’nin çöküşünü tatmin edici biçime açıklayarak aşamadı. Çökenin sosyalizm olduğu propagandasını açık ya da dolaylı olarak kabullendi. Bu kabullenme, ile “ütopya” ve “gelecek” bir kez denenmiş, uygulanamazlığı kanıtlanmış olarak iptal ediliyor, sol siyaset “kapitalist gerçekçiliğe” tutsak oluyordu.  

Solun, çok parçalı yapısını aşarak, güçlü, emekçi sınıflara güven veren bir varlık sergileyememesini de ekleyince, kapitalizmden kaynaklanan sorunlara, “kapitalist gerçekçiliğin” dışına çıkamayan sol politikalarla, emekçi sınıfların ilgisini çekecek cevaplar üretmek mümkün olmuyordu. Buna karşılık, faşist hareketler toplumsal anksiyeteye yol açan hızlı değişim, altüst oluş, gelecek kaygısı gibi duyguları etkin biçimde istismar edebiliyor, ilgi çekebiliyordu. 

“Kapitalist gerçekçiliğin” içinde tutsak olmanın bir sonucu da kapitalist sınıfın ve kapitalist devletin, “kültür endüstrisinin” özelliklerini, kapasitelerini değerlendirmenin zorlaştırmasıydı. Toplum da ilgi çeken bir sol hareket güçlenmeye başlayınca hızla bir karşı tepki oluşuyordu. Bu dinamiği, birçok Avrupa ülkesinde görebiliyoruz ama bence Syriza ve Corbyn deneyimleri özellikle öğreticidir.  

Yunanistan’da bir sol birlik çabası olarak şekillenen Syriza, ekonomik krizin en sert noktasında hükümet kurma şansı elde etti. Ancak Syriza, kendisini iktidara taşıyan programı kararlıkla uygulamak için, emekçi sınıfların öfkesinden güç alarak mücadele etmek yerine, AB liderliğini neoliberalizm dışında bir politikayı finanse etmeleri için ikna etmeye çabaladı. AB liderlerinin derdi Yunanistan halkının refahı değil de bankaların alacaklarını tahsil etmek olduğundan Syriza başarısız oldu. Komünist Parti’nin Syriza’yı desteklemek, birlikte mücadele etmeye zorlamak yerine, muhalefet etmeyi seçmesi de o başarısızlığı derinleştirdi. 

İngiltere’de Corbyn İşçi Partisi’nin başına seçildiğinde büyük bir sosyalist dalga yükseldi, sosyalist sol Corbyn’i destekledi; partinin üye sayısı ikiye katlanarak 600,000’e ulaştı. Corbyn ilk genel seçimlerde partinin oyunda tarihsel bir artış yarattı. Bu noktada egemen sınıfların, kültür endüstrisinin karşı hamlesi başladı. Corbyn’e hem kendi partisi içinden hem de medyadan gelen eleştiriler yoğunlaştı. Corbyn ne Brexit tartışmasında kesin, tutarlı bir tutum sergileyebildi ne de ekonomik programının radikal yanlarını keskinleştirerek güçlü biçimde savunamadı; medyanın partiye yönelik anti-semitizm eleştirileriyle de mücadele edemedi. Kısacası, Corbyn, kültür endüstrisinin, egemen sınıfın entelijensiyasının gücünü doğru değerlendiremedi, “kapitalist gerçekçiliğin” sınırlarını, partiye yeni katılan üyelerin, bu yöndeki arzularına karşın, zorlayamadı, liberal demokratik kurallar içinde kaldı ve yenildi. 

Sonuç olarak denebilir ki, Avrupa’da sol, Yunanistan, İngiltere, Almanya, İspanya, Fransa gibi hâlâ bir varlık sergilediği ülkelerde, hem çok parçalı durumunu aşarak birleşik bir hat sunamıyor hem de siyasi taktiklerini ve stratejisini “kapitalist gerçekçiliğin”, egemen sermayenin çoktan satın aldığı parlamenter sistemin sınırları içinde belirlemeye devam ediyor, kültür savaşlarında işçi sınıfının ilgisini çekecek, etkileyici karşıt programlar geliştiremiyor.