Faşizmin Türkçe adı: 12 Eylül

İbrahim Aydın - BirGün Yönetim Kurulu Başkanı

12 Eylül, Türkiye tarihi açısından iki milat olma özelliğine sahip; birincisi 12 Eylül 1980 askerî faşist darbesi, ikincisi ise 12 Eylül 2010 referandumu. Her iki tarih, Türkiye’de çarpık da olsa demokrasi geleneğine çok ciddi anlamda darbe vurmuştur.  

Askerî darbenin üzerinden 43 yıl, siyasal İslam’ın yeni rejim inşasının başlangıcı 2010 referandumun üzerinden ise 13 yıl geçti. Bugün askerlerin hazırladığı anayasanın bir bölümü değişmiş olsa bile ruhu hâlâ yürürlükte ve ülke hâlâ bu anayasa ile yönetilmektedir. 

12 Eylül askerî faşist darbesi, Türkiye toplumu üzerinde çok büyük tahribatlar yarattı. 1970’li yıllarda yükselişe geçen toplumsal muhalefeti şiddetle bastırarak, en temel demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırdı. Sol ve sosyalistleri cezaevlerine, işkencehanelere ve idam sehpalarına göndererek ülkemizin aydınlık damarlarını kesti. 12 Eylül’ün üzerinden 43 yıl geçmiş olmasına rağmen, darbenin hâlâ hafızalarımızda yer edip tartışıyor olmamızın nedeni, darbecilerle gerçek anlamda hesaplaşılamamış ve darbe sonrasında askerî faşist diktatörlük eliyle inşa edilen toplumsal yapının yeni biçimler altında derinleşerek sürüyor olmasıdır.  

12 Eylül açık faşizmini birçok yönüyle tartışmak mümkün ancak bu dönemi karakterize eden üç anekdot vardır. İlki, CIA İstasyon Şefi Paul Henze’in ABD Başkanı Carter’a, “Bizim çocuklar başardı” demesiydi. İkincisi ise TİS başkanı Narin’in “Şimdiye kadar işçiler güldü biz ağladık şimdi ise gülme sırası bizde” sözü. Diğeri ise Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?” ve “Biz gelmeseydik ülkeyi Tek Yol Devrim diyenler yönetecekti” sözleridir. Bu ifadeler darbenin amacını net bir biçimde açıklamaktadır.  

Gerek 12 Mart, gerekse 12 Eylül askerî faşist darbelerinin her şeyden önce ülkede başlayan devrimci yükselişin önünü kesmeye yönelik olduğu açıktır. Türkiye, 1960’lı yıllarda başlayıp 70’li yıllarda devam eden, tarihinde ilk defa çok geniş bir toplumsal uyanış dalgasına sahne oldu. Bu uyanışın önüne geçmek için, önce sivil faşist güçlerin devreye sokularak Komünizmle Mücadele Dernekleri oluşturuldu. Bu politika, Amerika’nın dünya çapında sürdürdüğü soğuk savaş politikasına bağlı, toplumsal uyanışa karşı koymak için geliştirilen kontrgerilla taktikleriydi. Amerikan emperyalizmi, dünyanın değişik ülkelerinde gelişmekte olan sol sosyalist hareketleri kendi egemenliklerine karşı bir saldırı olarak kabul edip, bu ülkelerde gayrinizami savaş örgütleri kurarak devrimci hareketleri engellemeye çalışmakta, başarısız oldukları durumda da doğrudan orduyu devreye sokmaktaydılar. Bu plan Türkiye’de 1970’li yıllarında devreye sokuldu. Gladyo örgütlenmesi olan sivil faşist güçlerin ülkeyi Çorum, Maraş ve Sivas katliamlarıyla ve binlerce suikastla kan gölüne çevirmeleri; akabinde sıkıyönetim ve daha sonra darbe böyle bir sürecin sonucuydu. 

Faşist darbe, bir yandan Türkiye’deki devrimci demokratik hareketi ezip yok ederken, diğer yandan ülkeyi ekonomik ve siyasal olarak uluslararası sermayenin ihtiyaçlarına uygun hale getirdi. Yeni sermaye birikim modeli olarak, bütün dünyada gündeme getirilen neoliberal politikaların uygulanmasının koşulları oluşturuldu. Bu sürecin birinci adımı, sosyal devlet adına varolan ekonomik siyasal kazanımların bütününü tasfiye etmek ve çokuluslu şirketlere alan açmaktı. Bir diğer adım ise sol sosyalist hegemonyaya karşı “Türk İslam Sentezi” olarak ifade edilen gerici dinci ve ırkçı örgütlenmeleri doğrudan devlet desteği ile geliştirmekti. Tarihimize 24 Ocak kararları olarak geçen yapısal uyum programıyla, ülkeyi yerli işbirlikçi sermayeye sınırsız sömürü fırsatı verirken; ekonomik bunalımın yükü emekçilere kesilmiş, özelleştirmeler ile tüm kamusal varlıklarımız sermayeye haraç mezat satılmıştı.  

SİYASAL İSLAM’IN ÖNÜNÜN AÇILMASI 

Faşist darbe, Sol’un gelişmesini önlemek adına Siyasal İslam’ın önünü açtı. Tarikat ve cemaat örgütlenmeleri bütün toplumu kuşatmaya başlamıştı. Eğitim sistemi gerici müfredatlarla yönetilerek imam hatipler yaygınlaştırıldı. Başta kent yoksullarının yaşadığı alanlarda tarikat ve cemaat örgütleri konuşlandırıldı. Böylece daha önce solun örgütlü olduğu alanlar cemaatlerin örgütlendiği alanlara dönüştürülerek, yoksul halk içinde kitle tabanı yaratmalarının olanağı sağlanmış oluyordu. Devlet kurumlarına dinci gerici kadrolar yerleştirildi. Devletin yapısı bütünüyle değiştirildi. Her türden hak arayışı terörize edildi. Siyasi Partiler Yasası, seçim yasası değiştirilerek adeta tek adam rejimi inşasının taşları döşenmişti. Darbeci paşalar tarafından tarikat ve cemaat örgütlenmelerinin teşvik edilmesi, ABD’nin soğuk savaş konseptiyle örtüşen, Asya ve Ortadoğu’da izlediği Yeşil Kuşak projesiyle de uyum içinde yürütülüyordu.  

Toplumsal muhalefetin olabildiğince zayıflatıldığı 1990’lı yılların sonu, gerek yerli tekelci burjuvazinin gerekse uluslararası sermayenin ülkeyi yağmalayıp halkı soyup soğana çevirdiği yıllardı. Neoliberal politikaları tam olarak gerçekleştiremeyen burjuva koalisyonların yerini, tek başına iktidara gelen AKP aldı. Tarikat ve cemaat koalisyonuna dayanan AKP, uluslararası sermayenin ve ABD’nin desteğini de arkasına alarak, iktidarını sağlamlaştırma çabası içerisine girdi. Kısa süre içinde eğitim, sağlık, yargı başta olmak üzere bütün devlet kurumlarını ortakları cemaatlerle birlikte ele geçirdi. Tayyip Erdoğan ise bir ABD projesi olan Büyük Ortadoğu Projesi eş başkanı olarak kendini takdim ediyordu. Siyasal İslam’ın devleti ele geçirme politikasına karşı olan devlet içindeki “geleneksel” yapıların tasfiyesi ise yargı aracılığıyla (Balyoz, Ergenekon ve Kumpas davalarıyla) gerçekleştirildi.  

TEPE NOKTASI: 12 EYLÜL 2010  

12 Eylül 2010 referandumu, yeni rejimin inşası için bir dönüm noktasıydı. Generaller cuntasının gerçekleştiği tarihe denk getirilmişti. Sözde vesayetçi eski rejimin iktidar dayanakları ortadan kaldırılacak, “demokratik” bir toplum inşa edilecekti. “Darbelerle hesaplaşılacak” gibi argümanlar bazı sol çevrelerde bile ciddi ihanete varan “yetmez ama evet” gibi tavırların sergilenmesine neden oldu. Türkiye’deki liberal çevreler bütün güçleriyle siyasal İslamcıların “demokrasi” getireceği gerekçesiyle referanduma götürülen anayasa değişikliklerini destekledi. 

Referandum sürecinde ABD ve AB gibi emperyalist güçler içinse önemli olan, AKP eliyle yürütülmeye çalışılan yeni ekonomik düzenin sürdürülmesiydi ve bundan hareketle destekleri tamdı. AKP ve cemaat-tarikatlar ittifakı referandum sonuçları üzerinden yargı üzerinde tam bir denetim sağlayarak iktidarlarını sağlamlaştırmak açısından çok önemli bir mevzi elde ettiler. Üstelik bir de “demokrat” imajı kazanmışlardı. Bu imajı yerle bir eden ve yeni rejim kurma yolundaki siyasal İslamcıların gerçek yüzünü açığa çıkaran en önemli olay ise Gezi isyanı oldu.  

Siyasal bir hegemonya oluşturan AKP ve cemaatler koalisyonu, toplumun her alanında dinci gerici bir yaşam tarzı dayatmasına yöneldi. İslami referanslar üzerinden, toplumu şekillendirme hamlesi, toplumda ciddi bir tepkiye dönüşerek, Gezi gibi bir halk isyanını tetiklemişti. 

Ancak, toplumdan yükselen bu itiraz, iktidar tarafından zorla bastırılırken, “demokrat” görünümlü cilası dökülmüş, gerçek faşist karakteri de gün yüzüne çıkmıştı. Türkiye, 12 Eylül 1980’de Amerikan destekli açık faşist bir rejimden kurtulamadan, bir başka yine Amerikan destekli faşist rejimin inşasına tanıklık ediyordu.  

Sonuç olarak; 

Neoliberalizmin yarattığı yıkım politikaları, birçok çevre tarafından dünya halklarını yoksulluk ve sefalete sürükleyerek popülist bir dile sahip, yalan ve demagojiye dayalı faşist rejimlerin iktidara gelmesinin en büyük nedeni olarak görünüyor. Gelir eşitsizliğinin tavan yaptığı, çevre ve göç-mültecilik sorununun kronik bir hal aldığı dünyamızda, sınıf eksenli sol sosyalist alternatiflerin zayıf olduğu her ülkede, faşizm zemin bulmaya başladı. Ve ne yazık ki hepsi seçimle gelen bu iktidarların hiçbiri seçimle gitmiş değil. Ülkemizde yaşananların kendine özgü yanları olsa da bu gelişmelerden bağımsız değil...  

Türkiye’de tartışmalı 14 Mayıs seçimleri sonrasında AKP-MHP iktidarı ve kurduğu kendine özgü faşist rejim, büyük ölçüde yerleşmiş durumda. Baskın bir otokrasinin hâkim olduğu, parlamentonun etkisizleştiği, kanun devleti olarak bile nitelenmesi mümkün olmayan bu keyfî devlet yönetimi, faşizmin özgün yanlarının bütününe sahip. Toplumu keskin kutuplara ayırıp kitle desteğini konsolide ederek, yoksul halkı önce yardıma muhtaç kılıp sonra kendine bağımlı hale getirerek, bütün emek örgütlerini etkisizleştirip sömürüyü maksimize edip, basın yayın organlarını denetimi altına alıp muhalefeti baskılayarak, tarikat ve cemaat örgütlenmelerine sınırsız alan açarak ve en önemlisi de eğitimi dinci gerici bir müfredatla donatan bir yeni rejimle karşı karşıyayız. Artık yasaların değil, sadece tek adamın buyruğunun geçerli kural olduğu bir ülkeyiz ve dünyadaki faşizmlerin önde gelen bir örneğiyiz.  

Ülkemizin üzerine derin bir kâbus gibi çöken her iki 12 Eylül karanlığıyla ve tek adam rejimiyle mücadele etmeye devam edeceğiz! Gelecek nesillerimizi 12 Eylül darbelerinin gölgesinde değil, eşit, özgür, demokratik ve tam bağımsız bir ülkede yaşatma inancıyla her zamankinden daha kararlıyız. Bunu için tek başına seçime, özellikle parlamento seçimine sıkışmış bir siyasetin başarı şansının olmayacağının altını bir kez daha çizerek, toplumsal mücadelenin sınıfsal karakterini unutmadan her yerde örgütlenerek bu düzeni değiştirebiliriz. İki 12 Eylül’ün yıldönümünde geleceğe mücadele dolu bir iyimserlikle bakmaya devam…